• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
  • https://www.facebook.com/FACEBOOK
  • https://api.whatsapp.com/send?phone=+905324954370
  • https://www.twitter.com/Twitter
  • https://www.instagram.com/İnstagram

TEFSİR DERSLERİNDEN NOTLAR

TEFSİR DERSLERİNDEN NOTLAR

 

164. DERS. 7.YIL İLK DERSİ-19 Ekim 2020

 

Konu: BAKARA suresi 1-5. ayetleri.

Dersten Kısa notlar:

1-Biz geçmişten sorumlu değiliz, geçmiş adına kavga etmeyelim, Geçmiş bizim için derstir, o kadar. İlahi imtihan kendi hayatımızdandır. (Bakara 134)

2️-İmanın şartını saymakla iman olmaz. İman ilahi buyrukları yerine getirmekle olur. Ahiretteki sınav sözlü değil, uygulamayla ilgili sınavdır.

3️-Kur’an’daki Müslüman; yaşayan İslam demektir.

4-Ragıb İsfani’ye göre ibadetler gayeye götüren âlet hükmündedir (Müfredât). Kur’an, gayesine ulaştıran ibadetleri önemser.

5-İnsanın din muallimi; Hâlık ve Fâtır olan Allah’tır. (A’râf 172)

6-Allah'tan yardım istemek, koyduğu kurallara uyma şartıyla olur. Kur’an’da Allah’ın yardımı buna bağlanmıştır (Muhammed 7).

7-Dinin gayesi, insanın aklını korumak, hayatını korumak, Malını korumak, neslini korumak, dinini (fıtratını) korumaktır. Müslümanların da din adına faaliyetleri bu gayeleri gerçekleştirmek için olmalıdır.

8-Kur'an yeryüzü ile gökyüzünün diyaloğudur. Sebebi nuzûl, Mekkî -Medenî surelerin içerikleri de bunu gösterir.

9-Kur’an, “Ehli kitabın hepsi aynı değildir” diyerek iyi-kötüyü ayırır, genelleme yapmaz (Leysû sevââ. Al-i İmran 113).

10-Kur’an ıslahı/ salahı/ sulhu esas alır. Bir şeye müdahale ıslah amaçlı olmalıdır. ifsâda yol açan  söz ve eylemlerden kaçınılmalıdır.

Meal ve tefsir ikilemi:

11-Kur’an’ın bir Tefsiri bir de meâli şeklinde iki anlama yöntemi olmaz. Kur’an’ın harfî/ birebir çevirisi mesajı aktaramaz.

Mesela konumuz olan Bakara suresinin adına bakalım. ”Bakara” sözlükte sığır, boğa, öküz, inek, buzağı anlamlarına gelir. Buna göre BAKARA Suresini; inek suresi, buzağı suresi şeklinde Türkçeye çevirmek lügate uygundur ama Kur’an’da bu kelimenin ifade ettiği mesaja uygun değildir. Burada kastedilen, Yahudilerin tapındığı / tazim ettiği buzağının kurban edilerek bu kültün yıkılması yani putu kırmaktır. Kelimenin lügat manasıyla, Kur’an’daki kullanımı arasındaki bu büyük   fark Kur’an’ın lafzî çevirisine imkân vermez.

12-Bugün bence Müslümanların birincil sorunu Kur’an’ı anlama yöntemi ve bunun yolaçtığı sıkıntılardır.

13-Osmanlı Türkçesinde meâl, mânânın aktarımı ile alâkalı bir ifade iken sonraları kabul gören bir galat (yanlış) olarak Kur’an’ın bire bir çevirisi anlamında kullanılmış ve kanaatimce Kur’an’ın anlamıyla ilgili büyük yanlışlıklara sebebiyet vermiştir. Bu yanlış anlamadan dolayı Kur’an’ın mesajı değil, kelimelerin lügati anlamları Türkçeye çevrilerek Kur’an’ın anlaşılacağı sanılmıştır. Halbuki hiçbir dil başka bir dile motamot çevrilemez ama her dilin mesajı diğer dillere aktarılabilir. İstiklal marşı metne sadık kalma iddiasıyla lugavî olarak Arapçaya çevrildi, ortaya komik bir şey çıktı. Lafza sadık kalındı ama ruh öldü. Hâlbuki kural, lafzın, manaya tabi olmasıdır. Bizim Tevhit Mesajı Tefsirimizdeki yöntemimiz işte bu yöntemdir.

14-Bakara suresi “Elif-LAM-MİM” huruf-u mukatta denen harfleri ile başlar. Kuranda 29 sûrenin başındaki huruf-u mukattalar şifre değildir.

15-Sure başlarındaki bu harfler Yahudilerin ve onlardan öğrenen müşriklerin harflere rakamsal değer vererek Hz. Peygambere, tebliğ ettiği vahye ve ona inananlara ömür biçmelerine karşı bir meydan okumadır.

16.Kur'an metni haberdir, yoruma kapalıdır, Mesajı ise her çağda yoruma açıktır.

17-Ragıp İsfahani’ye göre Bakara suresinde geçen” Hidâyet” kavramı Kur’an’da   dört anlamda kullanılır.

a. En büyük ve en genel hidayet “akıl”dır. Bütün zarûrî  gereksinimler akılla bilinir ve onun sayesinde yerine getirilir.

b. Vahiy yoluyla doğruya kavuşma anlamındadır.

c. Müminlerin bu yolda devam etmeleri halinde muvaffak olacakları anlamındadır.

d. Cennete girme anlamındadır.

Bu maddelerden birincisi olmazsa ikincisi, ikincisi olmazsa üçüncüsü, üçüncüsü olmazsa dördüncüsü olmaz (Konuyla ilgili geniş bilgi için bk. Tevhit Mesajı Bakara, ikinci âyet ilgili dipnot).

18-Bakara suresi üçüncü ayetteki “gayb” ifadesi burada Kur’an anlamındadır.

19-Burada 3. ayette geçen “salât”, tevhit üzere kulluktur, şirkten arındırılmış namazdır. “İkametüssalât” şeklî anlamda tadili erkân değil, tevhide uygunluktur. Tadili erkân şartlara göre değişebilir, (Ayakta, oturarak, yatarak vb.) ama tevhide uygunluk şartı hiç değişmez.

20-İslam’a akılla girilir çünkü bütün mükellefiyetlerin ilk şartı akıldır. Akıl baliğ olmadan Müslüman olunmaz ve hiçbir ibadet terettüp etmez. Müslümanlar olarak nakli savunma adına aklı çok tahkir ettik; kendi payıma akıldan özür diliyorum.

Ahiret adına; Kur’an’ın övdüğü, tebcil ettiği dünyaya da (Arz) yan gözle baktık, o da bize küstü, sonuç malum... Ey ilâhî sanat, muhteşem dünya! Senden de özür diliyorum!

21-Dördüncü ve beşinci ayette geçen: “Sana indirilen Kur’an’a ve senden önce indirilenlere inananlar ebedî kurtuluşa erecek olanlardır” ifadesinden maksat çoğunluğa göre Hz. Peygambere ve ondan önce indirilen vahiylere inanan Müslümanlardır.

Ancak Taberi; burada kastedilenlerin Ehl-i kitap müminleri olduğunu; Hz. Peygambere inanan ilk Arap Müslüman toplumu olamayacağını, zira onlara Hz. Muhammed’den önce başka bir kitap gönderilmediğini ifade etmektedir. Böylece; cennete yalnızca kendilerinin gireceğini iddia eden Yahudi ve Hıristiyanların tezi çürütülerek, cennete Mekkeli (Muhacir)ve Medineli (Ensar) müminlerle, kendilerine vahyedilen Tevrat ve İncil’e inanan, Kur’an nazil olunca onu da tasdik eden Ehl-i kitap müminlerinin gireceği beyan edilmiştir.

Doğrusunu Allah bilir.

 


 

26.10.2020-165. DERS

Bakara 6-12.Âyetler.

 

*Kur’an’ı anlamak sadece bilgiyle değil,aynı zamanda ahlakla  ilgili bir husustur.Onu okuyan insanda önce ahlak olması lazımdır.Nitekim Kur’an; “arınmış olanların kendisinden faydalanacağını” beyan eder.(Vakıa 56/77-79)

Kur’an’a istiâze ve Besmele ile başlamak;Yüce yaratıcının ahlakıyla ahlaklanmaya  talip olmaktır.

*Kur’an; okuyanın niyetine göre şekil alır.Müşriklerin şirkini, müminlerin imanını artırır.(Hâkka 69/ 48-50)

*Kur’an’ı kendimiz için,eksiklerimizi gidermek için okumalıyız; tartışmada kullanmak,başkalarına galip gelmek  için değil.

Tartışmayla “Hak” anlatılamaz, insanların sükûnetle düşünmelerine, kendilerini dinlemelerine imkân ve fırsat vermek lazımdır. Tartışmak iki tarafı da keskinleştirir. Kur’an buna alet edilmemelidir.

*Bakara suresinin 6 ve 7. ayetleri;  nüzul döneminde Hz.Muhammed’in peygamberliğine inanmayan, inkârda inat eden müşriklere hitap eder. Allah’ı inkâr söz konusu değil, zira Allah’a inandıklarını Kur’an belirtiyor.(Ankebût 29/ 61)

*Âyetteki “Hatemellahü” ifadesini;

“Allah onların kalplerini mühürlemiştir” şeklinde tercüme etmek doğru değildir. Ayeti böyle tercüme etmek; hakiki failin ve mutlak kudretin Allah olduğu; kulun, takdir edileni yapmaktan başka bir rolünün olmadığı anlayışına dayanmaktadır. Buna karşı:“Allah insana irade vermiştir, kendi kararlarını kendisi verir dolayısıyla kâfirlik/ küfür Allah’ın takdiriyle değil, insanın inat ve ısrarı neticesinde oluşur“ görüşü serdedilir ki bizce  isabetli görüş budur. Allah’ın azamet ve  kudretini vurgulamak adına, Adalet ve hikmetini yok sayar bir duruma düşmemek gerekir.

Kur’an’da; kâfirlik/küfür Allah’ın  varlığına inanmamak  olarak kullanılmıyor. Bu ifade şirk yoluyla bazı varlıklara uluhiyet/ kutsallık vermekle,Allah’ın birliğini / tevhidi zedelemek, nimetlerine karşı nankörlük etmek, ve vahyini inkâr etmekle  alakalıdır.

Gerçeği örtmek anlamına gelen “küfür” geniş kapsamlı bir ifade olup, her kötü şeyin küfürden bir parça olduğu ifade edilmiştir.(Bk. Râgıp Isfahanî, Müfredat)

*8.Ayette; küfrün zıddı olan “iman” ifadesi geçmektedir ki küfrün; kötülüklerin merkezi olmasına karşın, iman iyiliklerin merkezidir. Her iyilik imandan bir parçadır.” Nitekim Kur’an; sahih itikad, salih amel (doğru inanç, doğru iş )ve doğru söz,yani iyi olan her şey için iman ifadesini kullanır.

İman; kök olarak emniyetten, güvenden gelir; insanın iç ve dış dünyadaki korkularını gidermek için bir güvenlik sigortasıdır.  Öncelikle ruh dünyasının  güven ve huzurunu oluşturur.

Kur’an’da anlatılan İman; mümini   iç ve dış korkulardan, metafizik endişelerden,bilinmezliklerin getirdiği kaygılardan kaoslardan emin kılar.İç dünya huzurlu ve düzenli olursa dış dünya da öyle  olur.

İman; insanın canını, malını, aklını, neslini,dinini  güvende kılmayı gaye edinir.Kur’an’daki tüm emir ve yasaklar bu beş temel değerin   muhafazasıyla ilgili olup bunların korunması hangi ırk ve inanca mensup olursa olsun tüm insanlar için gereklidir.

Bu değerler sisteminin adı Tevhit dini olup insanlık için  en büyük lütuf  ve emanettir.

Bu gönüllü güvenlik sistemine inanan( uygulayan) kimseye, güvenen ve başkalarına güven veren anlamında “mümin” denir.

Bu güven nizamının sahibi olan Yüce Allah’ın bir ismi de: “güven kaynağı, kendisine güvenilen” anlamında “el- mü’min” dir.

Peygamberimiz “Mümin;insanların kendisinden emin olduğu kişidir” buyurmuştur.( Buhâri, İman, 4,5) Yine onun beyanıyla:”Kendisi için istediğini başkası için istemeyen mümin olamaz”.(Buhâri, İman , 17)

 

*Sadece insan değil,tüm Varlık alemi; bir nizam ve ölçüye tabi olup her şey Allah’ın kuludur. ( Meryem 19/93)  )Kur’an; ilahî nizama zorunlu olarak tabi olması anlamında evrendeki herşeye“Müslim/Müslüman”  demektedir.(Âl-i İmrân3/83) Bu, her varlık türünün üstüne  düşen görevi zorunlu olarak yapması demektir.Kur’an’ın beyanına göre varlıklar içinde sadece İnsana akıl ve irade verilerek  insanlığın icap ettirdiği görevleri  ihtiyarî olarak yapması istenmektedir. Onun için dinde zorlama yoktur.

Hiçbir peygambere insanları dine zorlama görevi  verilmemiştir. Bilakis zorlamaktan menedilmişlerdir. Bu, her insanın kendisinin başarması gereken şahsî sınavıdır.

 

*Bakara Suresinin ilk 5 ayeti müminlerden; 6.7. Ayetleri kâfirler/ müşriklerden, sonraki ayetler uzun uzadıya Münafıklardan bahseder.

*Nüzul döneminde  münafık; Hz. Peygambere inanmadıkları halde Medine’de güçlenen müslümanların itibarlarından istifade etmek için onlardan görünenlere verilen bir sıfattır.Kur’an; bu insanların Sandıkları gibi Hz.peygamberi ve ona inananları değil, aslında kendilerini kandırdıklarını, ama bunu idrak edecek bilinçten yoksun olduklarını vurgular ve ikiyüzlü tavırlarını ortaya koyar.

Onlara; “toplumda  fesat çıkartmayın” dendiğinde  ne münasebet,biz   Toplumsal düzen için çalışıyoruz dediklerini, yaptıklarının kötülük olduğunu idrak etmekten aciz olduklarını vurgular.

*Başka ayetlerde birçok insanın;

kötülükleri, iyilik adına veya iyilik zannederek yaptıkları ifade edilir.Bugün de dünyadaki bütün kötülükler iyilik adına, iyilik kılıfıyla yapılmıyor mu?

Yapılanın iyilik mi, kötülük mü olduğunun ölçütü ;fıtrata uygunluktur. Kendisini karşındakinin yerine koymak, empati yapmaktır. O zaman iyi zannettiklerimizin gerçekten iyi veya kötü olduğu anlaşılır. Zira Fıtrat kandırılamaz.

Fıtratı unutanlar,  çocuklara baksınlar.

*Kur’an’da herkese iyilik, doğruluk ve güzellik  tavsiye edilir,aksini yapanlara fırsat verilir. Tövbe fırsattır.  Tövbe edip düzelen insan bağışlanır.

Kur’an’da ”Allah hata yapanları hemen cezalandırsaydı yeryüzünde insan kalmazdı” diyor.(Yûnus 10/11)

Münafıklarla ilgili  bu ayetlerde; ikiyüzlülüğün, hilekârlığın, yalancılığın  vb. Kötülüklerin manevî, kalbî hastalıklar olduğu ifade edilmektedir. İnsan, sadece biyolojik bir varlık olmayıp, aynı zamanda metafizik/ manevî bir boyuta sahip olduğundan meziyet ve arazları, hastalıkları da öyledir. Çaresi, tedavisi; fıtrata, doğal yapısına ve onun yansıması olan Tevhit nizamına  dönüştür.

-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

 

166. ders Bakara Suresi 13-22. Ayetler

 

Bu derste; münafıklarla ilgili ayetlerin tefsirine devam ettik. Tanımını bir önceki derste yaptığımız münafıklarla ilgili, Kur’an’ın beyanından  anlaşılacağı üzere  en başta gelen özellikleri kibirdir. Kendilerini büyük görür; diğer insanları tahkir eder, aşağılarlar. (13. Âyet)

-Yalan söylerler.

-Sözlerinde durmazlar.

-Emanete hiyanet ederler.

 

 Kur’an; münafıkların, müşriklerden daha zararlı olduklarını bildirir. (Nisa 145. ayet)

Münafıklar; fıtrî değerlere muhalefet etmeleri ve bilinçsizlikleri sebebiyle bu duruma düşmüşlerdir.

Kur’an’da münafıklar ve işbirliği yaptıkları dostları için “şeytan” ifadesi kullanılmıştır. Bu husus çok önemlidir. Burada (14.âyet) olduğu gibi  Kur’an-ı Kerim’in birçok âyetinde  şeytan  sözcüğüyle iblis  değil, Selîm fıtratı bozulmuş, şeytan tabiatlı, şeytan ruhlu  müşrik-münâfık insanlar kastedilmektedir.

İslam; tabiî, fıtrî, umûmî değerlere uygun davranmaktır. Kur’an; nifak, şirk ve küfrü  kalbî hastalık olarak nitelendirmektedir. Hidâyet de bu fıtrî değerleri ortaya koyan akla ve Kur’ana  ( bk. Râgıp, Müfredât) uyarak doğru yolda yürümektir.

Kur’an-ı Kerim “nur/ışık”  olarak  nitelendirilir. (Nûr Sûresi 35. Âyet) Şirk, küfür, nifak karanlığa (zulümât) götürür. Kur’an'ın bütün gayesi insanlığı bu karanlıklardan korumak, karanlığa düşenleri çıkarmaktır. (Bakara 257) Karanlık; fıtrata, tabiata zıt her türlü  düşünce, inanç ve yaşam biçimi olup İslam’la bir arada olamaz.

Münafıklarla  ilgili bilinmesi gereken bir husus da şudur: Tarihî bilgilere göre; hepsini tek tek bilmesine rağmen Hz. Peygamber münafıkları açıklamadı. Toplumsal düzen açısından, adlarını gizli tuttu.   Bundan anlayacağımız üzere Müslümanca tutum; başkalarının münafıklığını iddia etmek  yerine, Hz. Ömer gibi : “Bende münafıklık alametlerinden bir emare, bir belirti  var mı acaba” hassasiyetiyle   kendimizi kontrol etmektir.

Günümüzde bunun aksine birçok insan; başkalarının din anlayışını, dindarlığını  eleştirmekle meşgul; teferruattaki farklılığa bile tahammül etmeyip herkes  birbirini mahkûm ediyor. Halbuki mesele; başkalarının eksikliğini, yanlışlığını eleştirmek değil,  kendi  hatalarımızı fark edip düzeltmektir. Zira dindarlık ; bireyin kendi kendini terbiye etmesidir.

-Kendimizin; hatasız, günahsız, üstün insan, geçek dindar olduğumuz yönünde bir iddia, kanaat, bizi kibre götürür. Halbuki din kibirden uzak olmakla başlar, kibrin olduğu kalpte Allah olmaz, sevgi olmaz. Kur’an’ın  zalim olarak nitelendirdiği bütün insanlar, aynı zamanda “mütekebbir” olarak nitelendirilir; Firavunlar, Karunlar, Nemrutlar, Ebu Cehiller, Ebu Lehepler...(öneğin bk. Ankebût 40)

Hz. Ali’nin; “kibirlenmeyin, insanlarla müsâvî/ eşit olduğunuzu unutmayın”  sözü; müsavatı/ eşitliği sağlamanın zemininin, insanlıkta eşit olma bilinci olduğunun en güzel ifadesidir. Bu anlayış  olmadan başka şeylerdeki eşitlik söylemleri temelsizdir.

21.âyette ; “ey insanlar Rabbinize ibadet edin” ifadesiyle; Allah’a hiç ibadet etmeyen insanlar ilk defa ibadete çağrılmıyor, zira ayetin ilk muhatabı olan Mekke müşrikleri zaten Allah’a ibadet ediyorlardı. Burada; ibadetlerine şirk karıştıran  müşrikler, tevhit üzere ibadet/kulluk etmeye çağrılmaktadırlar. Tabii ki mesaj umûmidir.

22. ayette; yeryüzünün “döşeğe” benzetilmesini bazı müfessirler; dünyanın düz olduğu şeklinde yorumlamışlardır. Biz bu yorumlara katılmıyoruz. Kur’an’ın gayesi; varlığın “nasıllığı” hakkında teknik  bilgi vermek değil  “niçin” yaratıldığına  dikkat çekmektir. Bu gibi ayetlerden maksat, ilahî kudreti vurgulayarak; her şeyi yaratanın O olduğunu,  “doğru din” ile ilgili de  ancak O’nun vahyinin geçerli olacağını anlatmak, insanı şirkten; kendisi gibi ölümlü ve sonlu varlıklara kutsallık atfetmekten, kula kulluk etmekten kurtarmaktır.

Tabiatla ilgili  ayetlerden çıkaracağımız bir başka sonuç da, tabiatın, Allah’ın eseri olduğu ve ilâhî kurallara tâbi olduğu, bu  nizâmı mucize adına değiştirmek istemenin, esas meseleyi; tabiattaki muhteşem düzeni kavramamak olduğu anlatılmaktadır. Tabiata,  Kur’an’da o kadar  önem verilmektedir ki birçok ayette; dağlar, ağaçlar, hayvanlar, gök cisimleri vb. Allah’ın birliğinin delili olarak sunulmakta, tevhidin gerekçesiyle ilgili  misaller de tabiattan verilmektedir.

Müfessir Zemahşerî “Kur’an, bilmediğimiz gayb alemini,  dünyadan misaller  vererek anlatır” der. Dolayısıyla Hak din  adına hiçbir itikat ve amel, tabiattaki ilahî nizama, doğal yapıya, fıtrata (sünnetullah) aykırı olmamalıdır. Tabiat bize; maddî dünya üzerinden manevî dünyayı da öğreten bir okuldur.

-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

 

167.DERS-9 KASIM 2020

Bakara 22-29.Ayetler.

*Bakara 22. Âyette “Yeryüzünü döşek gibi yaydı” deniyor. Bundan ve Kur’an’daki benzer ifadelerden dünyanın düz olduğu anlamını çıkaranlar olmuştur. Mesela Gâşiye 20’de “sütihat/düz kılındı”, Ra’d 3’de “medde/uzattı/yaydı” ifadeleri vardır. Mesela Celaleddin Süyûti (Ö. 1505) bu ifadelerden dünyanın düz olduğu fikrini çıkaranlardan birisidir.

*Büyük âlim Fahreddin Razî (Ö.1209) ise “Dünya yuvarlaktır ama onun düz olduğunu ifade eden kelimelerin kullanılmasının sebebi; dünya küre şeklinde büyük bir cisim olduğundan onun küçük bir parçasının düz görünmesidir” der. Yine Razî “Dünya’nın döşeğe benzetilmesi yeryüzünün küre şeklinde olduğunun reddi anlamına gelmez. Dünya yuvarlaktır ancak bu ifade onun hareketsiz olduğunu gösterir” demiştir.

*Kanaatimizce Kur’an’dan dünyanın ne yuvarlak ne de düz olduğu ne döndüğü ne de hareketsiz olduğu bilgisi çıkarılabilir. Bu ayetlerde dünyanın Yüce yaratıcı tarafından bizim yaşamımıza elverişli olarak düzenlendiği anlamı söz konusu olup buna dair vurgu da gayet açıktır ve bu husus tekrar tekrar ifade edilir.

*O bakımdan Kur’an’da teknik bilgi aramamalıyız. Teknik bilgiye; akılla, merakla, çalışmayla, deneyle ulaşılır. Nitekim tarihte Kur’an’ın inişinden önce ve sonra çeşitli dinlere mensup meraklı bazı insanların bu konularla meşgul olduğunu görüyoruz.

*Konuyla ilgili çalışmalara baktığımızda Dünyanın yuvarlak olduğu fikrini ilk olarak Pisagor’un (M.Ö.590’ larda) söylediğini öğreniyoruz. Ayı gözlemleyen Pisagor “Ay yuvarlaksa dünya da yuvarlaktır” demiştir.

*Yine mevcut bilgilerden Macellan’ın dünyanın yuvarlak olduğunu deniz seyahati yoluyla keşfeden ilk kişi olduğunu öğreniyoruz (1522’lerde).

*Galile ise Dünya’nın Güneş etrafında döndüğünü söylüyor. (1640’larda) Oysa daha önce Güneş’in Dünya etrafında döndüğüne inanılıyordu.

*Kur’an bu gibi âyetlerde Dünya’nın şeklinin nasıl olduğunu değil, insanların dünyada nasıl yaşamaları gerektiğini; dünyayı insanın yaşamasına uygun hale getiren yaratıcı kudretin nimetlerine şükrederek kendisi gibi yaratılmış ölümlü varlıklara kulluk etmemesi gerektiğini anlatmaktadır.

*23. âyette geçen “Sûre” kelimesi yaygın kanaatin aksine; Kur’an’ın 114 sûresinden birisi anlamında değil, ondan kısa bir bölüm, bir parça anlamındadır.

*24.âyette “yakıtı taşlar olan” (hıcara) ifadesindeki “taş” kelimesinden bazı alimler; yanıcı taş/ taşkömürü, kibrit taşı vb. anlamlar çıkararak Kur’an’ın bilimsel mucizeliğini iddia etmişlerdir. Bizim anlayabildiğimiz kadarıyla burada başka âyetlerde de belirtildiği gibi taştan, tahtadan yapılan putlardan söz edilmektedir.  “İnsanlar” dan maksat da müşriklerdir. Âyette ifade edilmek istenen mana ise “Ey müşrikler! siz ve Allah’a ortak koştuğunuz putlarınız cehennemin yakıtı olacaksınız” şeklindedir.

*25. âyette Kur’an’ın birçok ayetinde geçen ve bazı insanlarca Kur’an’ın nezih üslûbuna yakışmayacak şekilde sıkça gündeme getirilen “hûri” meselesi net olarak açıklığa kavuşmaktadır. Birçok yerde bahsedilen “hûri” bu ayette “ezvacün mutahharatün" tertemiz eşler olarak beyan edilmektedir.

*Kanaatimce Kur’an’daki “hûri” meselesinin zemini, bağlayıcı ayeti budur; “Tertemiz eşler!” Konuyla ilgili diğer âyetler bu ayetin ışığında tefsir edilmelidir.

*28. âyet “Ölü idiniz Allah sizi diriltti, sonra yine öldürecek, sonra yine diriltecek” şeklinde Türkçeye çevriliyor. Böyle çevrilince de “Bakın Kur’an reenkarnasyondan bahsediyor. Demek ki İslam’a göre reenkarnasyon varmış” deniyor. Halbuki âyette “Allah sizi yarattı, öldükten sonra da diriltilip hayatta yaptıklarınızdan hesap vereceksiniz” deniyor.

*Mesajı, mevzuyu anlamadan yapılan harfî çevirinin sebebiyet verdiği durumlar bunlar...Bu yöntemle yapılan çevirilerde konu anlaşılmadığından mevzunun ucu açık kalmakta, herkes kendi anlayış ve bilgisine göre farkında olmadan Kur’an’a yeni konular eklemektedir.

*Bunun önüne geçmek için Kur’an’ın çeşitli branş uzmanlarından oluşan bir heyet tarafından tefsir edilmesi gerektiği uzun bir zamandan beri konuşulmaktadır. Bu konu 19-20 yıl kadar önce zamanın Diyanet işleri Başkanı tarafından da dillendirilmiş ve büyük bir beklenti oluşturmuş, ancak birçok teşebbüs ve çabaya rağmen gerçekleşememiştir.

*Tevhit Mesajı çalışmasının da verdiği tecrübeye binaen söylüyorum ki kanaatimce böyle bir Tefsir yapılamaz. Zira Kur’an, kılcal damarların Ana damarlarla ilişkisi gibi bütüncül bir yapıya sahiptir. Konuları, hareket noktaları itibariyle farklı olsalar da gaye itibariyle bütün ayetler aynı olup (Tevhit) bütün mevzular ana konuyla bağlantılıdır. Bu bütüncül hedef, kalabalık heyetler ve farklı bakış açıları tarafından yakalanamaz.

*Kaldı ki ilim ferdîdir, kolektif değildir. Fikir üretmek bireysel çaba gerektirir. Kolektif çalışmalar Ansiklopedik olabilir, farklı konuları veya bilinen şeyleri paylaşarak, bölüşerek yazmak mümkündür, fakat Kur’an buna müsait değildir. O bakımdan İlim ve fikir alanında üretken fertler yetiştirmek hedeflenmelidir, ilim cemaatleri değil!

*Bir düşünürün ifadesiyle “Kâinattaki en büyük mükemmellik çeşitliliktir, farklılıktır”. Böyle olmasaydı insanlık; ilim, fikir, sanat vb.  Alanlarda bunca hazineye sahip olabilir miydi? Herkes bir çiçek üretsin!

*29. âyette; yeryüzü, gökyüzü ve içindekilerin yaratılmasının insan için önem ve değerinden bahsedilmektedir. Kur’an’da (A’raf 54, Yunus 6-7’de) Allah’ın yeri-göğü 6 günde yarattığı beyan edilir. Bu olay, Fussılet suresi 9-12’de detaylı olarak anlatılır. Şöyle ki; yeri 2 günde, içindekileri de 2 günde, sonra gökleri de 2 günde yarattı denir.

*Fakat “gün”den maksat bizim takvim hesabımızdaki gün değildir. Yer-gök yaratılmadan önce henüz Ay ve Güneş olmadığından bunlara bağlı takvim gününden söz edilemezdi. Dolayısıyla Kur’an’daki “gün” ifadesinin başka bir anlamı olmalı der bazı âlimler.

*Nitekim Secde Sûresi 4. Âyette “Sizin 1000 (bin) seneniz Allah’ın katında bir gün gibidir” der. Meâric suresinde de “50.000 yıl” (elli bin) der. Bazı müfessirler “6 günden maksat, jeolojik devirlerdir” der. Kimi müfessirler de “Allah kadir değil mi, niye bir anda yaratmadı da 6 günde yarattı” diyerek meseleyi anlamaya çalışırlar.

*Okuduklarımızdan da istifade ederek   söyleyebilirim ki ayetlerdeki “gün” ifadesinden maksat evrenin kaç günde, ne kadar zamanda yaratıldığı hakkında bilgi vermek değildir. 1000 sayısı Arapçada kesret/ çokluk ve sınırsızlıktan kinâyedir diyenler de vardır.

*“Allah zaman ve mekândan münezzehtir. Evreni 6 günde yarattı dersek onu sınırlamış oluruz” şeklindeki görüş bize daha makul geliyor. İmam Maturidi “Allah’ın kudretini kendi kudretinizle, ilmini de kendi ilminizle mukayese etmeyin” der.

*Şunu da ifade edelim ki bu konulardaki malumat, inancın zorunlu olarak gerektirdiği bilgi değildir. Dine dair bilgiyi, dininin kendisiyle eşitlemek doğru değildir.

*İnanç, bilginin sınırlarına hapsedilemez. Bazı düşünürlerin “İnanç; bilginin bittiği yerde başlar” sözü anlamlıdır. Görerek, duyarak kabul ettiğimiz şeyler inanç değil, bilgidir.

* İnandığımız şey, tabiat nizamına aykırı olmamalı, ancak tabiat bilgisinin de üstünde olmalıdır. İnancın referansı bilgi olamaz. İnanç, bilgiden önce ve ondan güçlüdür, bilgi ancak var olan inancı takviye edebilir, onu üretemez. O bakımdan inancı bilginin seviyesine indiremeyiz. Bilimi de inançtan üretemeyiz. Birisi eşyanın/ varlığın görünen yüzünü, diğeri arka planını izah eder. Birisi “nasıl” diğeri “niçin” sorusuna cevap arar.

*Bilim ve dinin birbirine karıştırılması veya birbiriyle çarpıştırılması insanlığa kahır getirmiştir. Orta Çağ Batı dünyası buna örnektir.

-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

 

168. DERS 16 KASIM 2020-Bakara Suresi 30. 39. ayetler.

 

*30. ayette; Hazreti Âdem’in ve O’nun şahsında insanoğlunun yeryüzüne halife kılındığı anlatılmaktadır. Halifeden maksat; insanın akıl ve irade gibi meziyetlere sahip kılınmasından dolayı, Yüce yaratıcının yeryüzünü ona emanet etmesidir. Bu vasıf, insanoğlu için büyük bir şeref olduğu gibi, o nispette de mesuliyeti gerektirir. Nitekim bir ayette Davut peygambere hitaben: “Ey Davut! biz seni yeryüzünde/ ülkende halife/hükümdar kıldık, insanları yönetme imkânı verdik. Bu büyük bir nimet ve mesuliyettir. İnsanlar arasında adaletle hükmet, sakın arzuna, hevana uyarak haksızlık yapma, adaletten sapma! Eğer nefsine uyarak bu büyük ve şerefli vazifeyi layıkıyla yerine getirmezsen doğru yoldan sapmış ve ilahî azaba maruz kalmış olursun!” denilmektedir. (bk. Sâd 38/ 26)

*Meleklerin; Allah’ın bütün emirlerine itaat ettikleri halde neden birbirlerinin kanını döken,  yeryüzünde ilahî düzeni bozan, birbirlerine haksızlık yapan insanoğluna böyle şerefli bir vazifeyi verdiğini, bunun hikmetinin ne olduğunu öğrenmek istemeleri  üzerine Cenabıhak;  bütün bunlara  rağmen insan oğluna bu vazifeyi verdiğini, çünkü ona hayrı ve şerri, doğruyu ve yanlışı  bilme kabiliyeti bahşettiğini, insan soyuna güvendiğini, bunda meleklerin bilmediği hikmetler olduğunu beyan etmiştir. Çok şükür uygulamada bazı kötülükler varsa da düşünce planında insanoğlunun vicdanında hala iyilik egemendir. Kötülükler bile iyilik örtüsü altında yapılır. Mistik- şair Tagor’un; (Ö. 1941) ”Her doğan çocuk; yaratıcının insandan ümit kesmediği müjdesiyle doğar”  sözü oldukça anlamlıdır.

*31. ayetteki “Âdeme bütün isimleri öğretti” ifadesini genel olarak müfessirler, bütün varlığın; bu dağdır, bu sudur, bu hayvandır, bu kuştur, bu melektir, bu insandır, vb. isimlerini insana öğretti şeklinde yorumlamışlardır. Bu görüşlere saygımızı muhafaza etmekle birlikte, ayetin bizce yukarıda işaret ettiğimiz manaya gelmesi muhtemeldir.

*Müfessirler genellikle bu âyetleri Allah’ın meleklerle diyalog şeklinde konuşması olarak açıklıyorlar. Zemahşeri’ye göre ise burada karşılıklı bir diyalog, konuşma söz konusu olmayıp mevzu, temsilî bir dille somutlaştırılarak anlatılmaktadır.

*34. ayette; Cenabıhakk’ın meleklere, Âdem’in bu özelliklerinden dolayı ona saygı duymalarını emrettiği, onların da Adem’in önem ve değerini anlayarak O’na saygılarını sundukları/ secde ettikleri ancak İblis’in kendisini Adem’den üstün görerek; Rabbim sen beni ateşten yarattın Adem’i topraktan. O halde ben O’ndan daha üstünüm diyerek kibirlendiği ve bu şekilde ilahî emre itaatsizlik ettiği, insana karşı kibrinden dolayı da Cenabıhak tarafından kâfir diye nitelendirildiği ifade edilmektedir.

*Konuyla ilgili âyetlerde açıkça belirtildiği üzere İblis; Allah’ı inkâr ettiği için değil, insana karşı kibirlendiği için kendisine kâfir denmiştir. Nitekim İblisin: “Ey yüce Rabbim, beni yaratan sensin. Benim insanoğlundan üstün olduğumu ispatlamam için bana mühlet ver” tarzında Cenabıhak’tan istekte bulunduğu, O’nun rablığını / rubûbiyetini kabul ettiği Kur’an’ın beyanıdır.

*Burada tekrar dikkat çekelim ki Yüce Allah’ın; Meleklerin Adem’e/insanoğluna saygı duymasını emretmesinin sebebi, herhalde akıl ve irade ile donatılmış olması, iyiyi, doğruyu kendi özgür iradesiyle yapabilme vasfıdır. İnsanoğlu yapısal olarak meleklerin iyilik vasfını, şeytanın da kötülük vasfını hamurunda taşımaktadır. Onun sınavı, iyiliği veya kötülüğü tercih etmesiyle ilgilidir.

*35. ayette; Âdem ve eşi Havva’ya cennette her türlü nimetten yiyip-içip faydalanmalarına karşı, yaklaşmaları yasaklanan ağaçtan maksat; bazı müfessirlerin yorumuna göre yasaklanmış bir meyve, yiyecek değil, kötülüklerden, günahlardan uzak durmalarıdır. ( bk. Tevhit Mesajı, ilgili âyetin tefsiri)

*36. ayette yasaklanan ağaca yaklaşmaları sebebiyle Âdem ve Havva’nın cennetten çıkarıldığı anlatılır. Buradaki cennetten maksat, ahiretteki cennet mi, yoksa dünyada bakımlı bağ-bahçe şeklinde güzel bir mekân mı olduğu hususunda İslam âlimleri tartışmışlar, ağırlıklı olarak ahiretteki cennetin kastedildiğini ifade etmişler, bazıları da söz konusu cennetin dünyada olduğunu; bu ifadeyle “Aden” bahçeleri veya Mezopotamya’da nehirlerin arasında güzel bir bölge olduğunu söylemişlerdir. Tevrat’ta da konuyla ilgili geniş bilgi vardır. (bk. Tekvin 2/4-19)

*Âyette kastedilen cennetin, âhiretteki cennet olarak yorumlanmasının isabetli olmadığı noktasında delil olarak ileri sürülebilecek bir durum vardır ki o da şudur: Şayet bu cennet ahirette müminlerin gireceği cennet ise orada İblis’in ne işi vardır? sorusu cevap bulmamaktadır. Ayrıca Hz. Âdem’in yer yüzünde halife kılındığı halde ahiretteki cennette olmasının anlamı pek anlaşılır değil.

*Burada zikredilen Cennetle ilgili bir başka yorum daha vardır ki o da burada kastedilen cennet ne ahiretteki cennettir ne de dünyada bağlık, bahçelik bir alandır. Burada maksat Âdem’in eşi ile birlikte fıtratın gereklerine, ilahî buyruklara uyup günahlardan uzak kalarak huzurlu bir hayat yaşamalarıdır. Bu durum bir nevi cennette yaşamak olarak anlatılmaktadır. Yunus Emre de cenneti, insanın içinde bulunduğu haller olarak ifade etmiştir.

*Anlayabildiğimiz kadarıyla âyetlerde anlatılmak istenen şey; insanoğlunu, cennetin nerede olduğuyla, hangi ağacın yasaklandığıyla vb. şeylerle ilgili bilgilendirmek değil, Hz. Âdemin şahsında insanoğlunun huzurunun ilahî kurallara uygun yaşamasıyla mümkün olacağı mesajıdır. Bu da açık olarak tekrar tekrar vurgulanmaktadır.

*Kur’an’ın anlatmak istediği mesaja odaklanmak gerekmektedir. Bilinmelidir ki O’nun hayata sunmak istediği temel değerler, bütün insanların ittifak ettikleri değerlerdir. Teferruata yoğunlaşmak, temel mesajdan uzaklaşmaya yol açar.

*Buradaki bir başka husus da şeytanın; Adem’i ve eşi Havva’yı, kötülükleri iyi göstererek “Siz Allah’ın buyruklarını yanlış anladınız, O bu ağaçtan yemenizi istedi, bu ağacın meyvesini yerseniz melekler gibi ebedi olacaksınız” tarzında kötülüğü iyiymiş gibi sunarak kandırmasıdır. Kur’an bu hususa birçok yerde dikkat çekmekte, birçok insanın; kötülükleri, iyilik zannıyla/ kendilerini kandırarak işlediklerini beyan etmektedir.

*Burada bir hususa daha temas edelim: Hazreti Âdem ve Havva’nın işlediği günaha Yahudilik ve Hristiyanlıkta ilk/aslî günah denir ki bu günahtan dolayı bütün insan soyu günahkâr kabul edilmektedir. Kur’an-ı Kerim’de böyle bir şey yoktur. Bilakis Kur’an-ı Kerim bu günahtan dolayı Hazreti Âdem’e ve eşine tövbe imkânın lütfedildiğini, tövbelerinin kabul edilerek bağışlandıklarını beyan eder. Hele hele Âdem’in soyundan gelen bütün insanların Atalarının işlediği günahtan dolayı günahkâr sayılmaları, günahın şahsîliği ile alakalı birçok âyete terstir. Doğrusunu Allah bilir.

 

------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

 

 

 

 

169. DERS-BAKARA 40-59. ÂYETLER (23. 11. 2020)

 

*Bakara suresinin başında müminlerin özelliklerinden, sonra mümin görünen münafıklardan bahsediliyor. Kur’an’da genellikle “Müslim” ve “mümin” kelimeleri aynı anlamda kullanılır. Fakat bazı ayetlerde farklı kullanımı da söz konusudur. Örneğin Hucurât suresi 14. âyette; “bİz de iman ettik/ müminiz” diyen bedevilere: “Siz iman etmediniz/mümin değilsiniz, teslim olduk/müslim deyin zira henüz kalbinize iman girmiş değildir” denir. Medine münafıkları görünüşte Müslim idiler. Buradan hareketle imanın; kişinin kalbinin derinliklerinde kimsenin bilemeyeceği bir özellik, İslam’ın ise dış görünüşle ilgili olarak kullanıldığını da anlıyoruz.

*Surenin başında Mümin ve münafıkların vasıfları anlatıldıktan sonra 40. ayetten itibaren Medine’deki İsrailoğulları ve atalarıyla ilgili konular anlatılmaya başlıyor.

Bakara suresinin ana teması; İsrailoğulları’ndan derslerdir. İsrailoğulları’nın dindarlığı; amelî/uygulama yönünden eleştirilirken, bir sonraki sure olan Ali İmran suresinin ana teması da Necran Hristiyanları olup onlar da itikadî bakımdan eleştirilir.

*Burada şunu ifade edelim ki Kur’an akademik, sistematik bir tasnif kurmaz, önüne gelen konuyla ilgili açıklamalar, değerlendirmeler yapar. Bu ayetlerde de Hz. Peygambere karşı çıkmaları sebebiyle Medine Yahudilerine; “Atalarınız Tevrat’ın gereği olan tevhit inancı sayesinde selamete çıkmıştı. Şimdi de sizin, elçimiz Muhammed’e indirilen ve sizin inandığınız Tevrat’ı tasdik eden, aynı inancı (Tevhit) anlatan Kuran’a sahip çıkmanız gerekir diyor.

*Kaynaklara göre “İsrailoğulları” ifadesi; Hz. Yakup ve onun 12 oğlunun soyundan gelen ve onların inancına bağlı olanları ”Yahudi”  ifadesi ise Yakup soyundan gelenleri de, başka ırktan olsa da bu  inancı kabul edenleri de kapsar.

*40. ayette “Ey İsrailoğulları” diye başlayan ve devam eden âyetlerde “Size soyunuzdan gönderdiğimiz peygamberler vasıtasıyla birçok nimetler verdik, gelin şimdi de elçi olarak gönderdiğimiz Muhammed’e tâbi olun. Madem ki vahye ve peygamberlere inanıyorsunuz, o halde Müslümanlarla birlikte olun” çağrısı vardır, yani barışçıl bir yaklaşım söz konusudur. Mekke’de de Kur’an’ın gösterdiği hedef; barış içinde birlikte yaşamaktı. Ama müşrikler kabul etmedi.  Büyük İslam araştırmacısı Muhammed Hamidullah: “Eğer müşrikler Hz. Peygamberin bu barışçıl davetini kabul etselerdi, tarihî gelişmeler belki de başka türlü olacaktı” der.

*Barışçıl davetlere, birlikte yaşam isteklerine kulak tıkayanların topluma verdikleri zarar, sadece kendi dönemleriyle sınırlı kalmıyor, sonraları için de etkili oluyor. Nitekim bugün dünyada devam eden düşmanlıkların birçoğu o eski zamanların kötü örneklerine dayanıyor.

*Medine Yahudileri; Kur’an vahyini, Hz. Muhammed’in peygamberliğini kabul etmediler. Buna rağmen herkesin kendi dininde kalarak barış ve güven içinde yaşayabilmesi için Hz. Peygamberin çaba ve önderliğiyle Medine vatandaşlığı müşterekliğinde anlaşma sağlandı, sözleşme imzalandı.

*41 ayet: Kur’an, Tevrat’ı tasdik ediyor. “Ey Yahudiler sizin gayeniz Tevrat’a uymaksa, o zaman O’nu tasdik eden Kur’an’a ve elçimiz Muhammed’e de uymanız gerekir” diyor. Tevrat’ı okuyup da vahiy bilgisinden haberdar olan sizler Kur’an’a inanmazsa, vahiy geleneğine sahip olmayan diğer insanlar ne yapsın? Böyle yaparak onlara kötü örnek olmanın mesuliyetini de taşıyorsunuz!

*Bu âyette geçen: “Ey Medine Yahudilerinin liderleri olan din âlimleri! benim ayetlerimi az paraya değişmeyin, satmayın” ifadesi “Toplumumuz nezdindeki konum ve itibarımızı kaybederiz endişesiyle elçimiz Muhammed’in tebliğ ettiği Kuran vahyini inkâr etmeyin” demektir.

*Âyetteki hitap; müfessirlerin beyan ettiği üzere (bk. Taberî, ilgili âyetin tefsiri) Hz. Peygamberi reddetme hususunda Medine toplumunda öncü rol oynayan Yahudi din otoriteleri/ din âlimlerine yöneliktir. Onlar kendilerini imtiyazlı görüyor, dini inhisarlarına alarak adeta dinin sahibi gibi davranıyor, din üzerinden dünyevî menfaat ve itibar sağlıyorlardı. Bundan dolayı onlara; böyle yaparak Tevrat ve Kur’an’a ters düşüp kâfirlerin öncüsü siz olmayın deniliyor.

*Benzer şekilde, Tövbe suresinde (34. âyet) Hristiyan ve Yahudi din otoritelerine (Ahbar- Ruhban) hitaben; “bunların birçoğu sizi Allah’a götüreceğim diye insanları kandırıp onların mallarını yiyorlar” buyrularak, dini; dünyevî menfaatlerinize mağlup etmeyin deniyor.

*42 ayette: “Hakkı batıl ile örtmeyin” deniyor. Yahudi alimleri Hakkı biliyor. Hak ne?  Kur’an’ ilahî vahiy ve Hz. Muhammed’in peygamber olduğu. Nereden biliyorlar? Çünkü önceki vahiyleri biliyorlar, vahiy geleneğini biliyorlar, onun bir bölümü olan Tevrat’ı biliyorlar.

*43 ayette; lafız olarak, “Namaz kılın, zekât verin, rükû edenlerle beraber rükû edin” deniyor. Kime?Yahudilere. Burada geçen “salat” kelimesi bizim bildiğimiz ve kıldığımız şekliyle namaz mıdır?  Kur’an; Hz. İbrahim, Mûsa, İsa ve diğer peygamberlerin; namaz olarak Türkçeleştirilen “salat”ından bahsediyor.

*Bizim kıldığımız namazın esası Fatiha okumaktır. Asırlar önceki peygamberler Arapçasıyla Fatiha mı okuyorlardı? Biz, buradaki ve başka birçok ayetteki “Salat” kelimesini; tevhit inancı, şirkten uzak ibadet/ kulluk olarak anlamanın daha isabetli olduğu kanaatindeyiz. Tevhit üzere ikame edilen namaz da ondan bir cüz olduğu için Salat denmiştir. Salat tüm ibadetleri kapsar, namaz da ondan bir parçadır. Daha sonra bütün olan salat unutulup, bütünden bir parça olan namaz onun yerine kullanılmaya başlanmış ve kanaatimce ciddî bir hata yapılmıştır.

*Okunmasıyla bazı hareketleri ibadete/ namaza dönüştüren Fatiha’nın anlamı hayata taşındığı zaman kulluk/ büyük ibadet, salatı kübra olur. Hangi dilde ve şekilde olursa olsun. Önceki peygamberlerin namaz diye çevrilen “salat”larını böyle anlamak daha isabetli görünüyor. Salat kelimesinin lügavî anlamlarından en güçlüsü olan dua kavramı Zemahşerinin ifadesiyle, tevhit inancı üzere yaşanan hayat demektir. 

*Kur’an; tevhide uygun sözlü duaya da fiilî duaya da salat diyor. İşte bütün bu mülahazalara binaen diyoruz ki bu âyette; Medine Yahudilerine, şirkten uzak olarak ibadet edin, Tevhit inancına şirk karıştırmayın, “İslam’a girin” deniyor. Unutmayalım ki Kur’an, ibadetin şeklini değil ruhunu önceler. Peygamberler ve gönderildikleri toplumlarında olduğu gibi ibadetlerin şekli, dili değişebilir ama tevhit ruhu değişmez. Kur’an’da bahsedilen işte bu ruhtur.

*Yine aynı âyette “Rükû edenlerle birlikte rükû edin” demek bazı tefsirlerde ifade edildiği gibi “Ey Yahudiler, sizin namazınızda rükû yoktur, doğrudan secdeye gidiyorsunuz, siz de Müslümanların namazlarında olduğu gibi  rükûlu namaz kılın demek değildir. İşin esası eğilmek, kalkmak değildir. Rükû Ragıp Isfahani’nin ifade ettiği üzere; mütevazı/ alçak gönüllü olmaktır. Burada “Ey Medine Yahudileri, dindarlığınızda kibirli olmayın, Allah’a samimi kul, vatandaşlarınız olan Müslümanlara karşı da mütevazı olun” deniyor. Çünkü Yahudiler “Biz Allah’ın seçilmiş ırkıyız, bütün peygamberler bizim soyumuzdan geldi, biz sizden üstünüz” diyorlardı.

*44. ayetteki “iyilik” Kur’an vahyine inanmaktır. “Tevrat’ı tasdik eden kitap ve peygambere inanmıyorsunuz, ama doğru inanç üzere olduğunuzdan, dindarlığınızdan bahsediyorsunuz ey Medine Yahudileri!” diyor.

*45. ayette: “Tevhit inancına bağlı kalın, ona samimiyetle sarılın, onu dünya menfaatine değişmeyin” deniyor.

47-48 ayetler: “Ey İsrailoğulları! sizi bütün alemlere üstün kıldık” diye çevriliyor. Halbuki burada “Atalarınız Allah’ın emirlerine uygun yaşadıkları sürece saygın bir toplum oldular, muzaffer oldular. Şimdi siz elçimiz Muhammed’in tebliğ ettiği Kur’an’ı kabul etmezseniz ilahi cezaya maruz kalırsınız, atalarınız da iddia ettiğiniz gibi size şefaat edemez, kimse kimseyi kurtaramaz, herkes kendi yaptığından sorumludur” deniyor.

*49. Yüce Allah; köleleştirilmiş bir toplumu hürriyetine kavuşturmak için peygamber gönderiyor. Hz. Musa Tevhit inancı etrafında İsrailoğullarını esaretten kurtarıyor. Birey ve toplum için hürriyetin ne ifade ettiğini anlamak için bundan daha gerçekçi ve çarpıcı bir örnek olabilir mi?

*50-54 ayetler: Musa Tur dağına gidince kavmi buzağıya tapmaya başlıyor. Burada geçen “Nefislerinizi öldürün” ifadesi Tevrat Çıkış bahsinde (32/27)de anlatılır: “Kılıçlarını çektiler, o gün buzağıya tapan 3.000 kişi öldürüldü” deniyor. Ayetteki “nefsi öldürmek” bazı müfessirlere göre “Şirkten uzak durun nefislerinizi terbiye edin” demektir.

*55-57 ayetlerde: Ey İsrailoğulları! Sizden bir şey istiyorsak bunu kendimiz için değil, sizin için istiyoruz, itiraz ederek kendinize zarar veriyorsunuz mesajı verilmektedir. İsrailoğulları Firavun’dan kurtulup Hz. Musa önderliğinde Kenan İline yolculuk ediyorlar. MÖ 2000’li yıllarda Kenaniler denen bir halkın yaşadığı alana Kenan İli deniyor. Çöldeki yolculuklarında onlara bıldırcın eti ve kudret helvası ikram edildiği ifade ediliyor. Kudret helvası men/man denen bitki, kişniş tohumuna benzer bir bitkiymiş.  Onun tohumlarını dövüp ondan ekmek yapmışlar. Buna kudret helvası diyorlar. Bazıları bunun biraz tatlı olduğunu söylüyor. Bunun mucize yoluyla olduğu ağırlıklı görüştür.  Bazıları ise bunun tabiat sofrasından elde edilen yiyecekler olduğunu söylüyor.

58. ayet: Müfessirler, genel olarak burada geçen şehir ifadesiyle Kenan ili, (Şam -Filistin) topraklarının kastedildiğini söylerler. “Gökten azap indirdik” diye çevrilen ifade “İlahî emirlere karşı gelen bu zalimleri cezalandırdık” demektir. O dönemde insanlar tabiî afetleri, salgın hastalıkları vb gökten indirilen azap olarak yorumlarlardı.

 

 


 

 

170. DERS-30.11.2020-BAKARA 60-62.ÂYETLER

 

60. âyette, “Mûsa; asasını taşa vurunca 12 pınar fışkırdı” ifadesini anlamak için Kur’an’ın edebî, mecâzî üslubunu dikkate almak gerekir. (Geniş bilgi için. bk. Tevhit Mesajı, ilgili ayetin dip notu.) Bunlar ilahî kudreti idrak etmenin ve nimetlerinin kıymetini bilmenin gereğine dikkat çeken ifadelerdir.

*61. âyette; Hz. Mûsa’nın öncülüğünde, Firavunun zulmünden kaçarak yurtlarına dönüş yolculuğunda mevcut gıdalarla yetinmeyip sabırsızlık göstererek çeşitli yiyecekler isteyen İsrailoğullarına: “Öyleyse hadi Mısır’a geri dönün. Orada soğana, sarımsağa kadar istediğiniz her şeyi bulursunuz lakin köleliğe de geri dönersiniz” demek istiyor. 

Mısır’daki köle hayatından kaçıp Hz. Mûsa’yla yola çıkanlar yolda sürekli; Mısır’da daha rahattık diye şikâyet ediyorlardı. Çünkü köle hayatı rahattır, köle geçim derdi düşünmez, iş düşünmez, daha doğrusu köleliğe razı olan hiçbir şey düşünmez. Düşünmeyen, varlığının farkında değildir, farkında olunmayan şeyin ise varlığından bahsedilemez.

Filozof Dekart: “düşünüyorum o halde varım” diyor. Var olmak için farkında olmak yani düşünmek gerek.

*Kur’an ve Hayat: Bu âyetlerin İsrailoğullarıyla ilgili bahsettiği mevzulardan da anlaşılacağı üzere Kur’an’ın konusu, hayatın içinde insan; amacı da insanı bu hayata hazırlamak; varlık, olgu ve olaylarla ilişkisini ahlakî esaslara uygun olarak yürütmesine rehberlik etmek olduğu için O’na hayat kitabı gözüyle bakmak, O’nu hayatın içinde okumak gerekir. 23 yıllık bir hayatın içinde   inzal ve ikmal edilmiş olması da bunu ifade eder. İnsan için ruh- beden ilişkisi ne ise, Kur’an- hayat ilişkisi de odur. Bu ilişki kurulamazsa kitapsız bir hayat yaşamış, hayatsız bir kitabı okumuş oluruz. Kur’an, bu özelliğinin dışında hiçbir forma sokulamaz, teorik olarak yorumlanamaz, hayatla münasebeti olmayan hiçbir şeyin referansı olamaz. 

Çiçekten böcekten söz etmesi de savaş ve barıştan bahsetmesi de cennetle müjdelemesi, cehennemle uyarması da hayatı gerektiği gibi yaşamayı sağlamak amacıyladır. Kur’an’ı anlamak için O’na böyle yaklaşmak gerekir.

*62. âyet: “Şüphesiz elçimiz Muhammed’e iman edenlerden/ Müslümanlardan (bk. Taberï) Yahudilerden, Hristiyanlardan ve Sabiîlerden (Sabiîlerin aslı itibariyle Hz. İbrahim’in Hanif dininden veya ehli kitaba benzer dinî bir grup olup zaman içinde Yıldızları veya Melekleri kutsadıkları böylece şirke düştükleri ifade edilmektedir) Allah’a ve âhiret gününe inanıp salih amel işleyenler için Rableri katında mükâfatlar vardır. Onlar için herhangi bir korku, üzüntü yoktur.”

Âyeti “Muhammed’e (as.) iman edenlerle, sayılan gruplardan; Allah’a, ahiret gününe inanıp salih amel işleyenler...” şeklinde anlayan müfessirler de vardır. Ancak Taberî bu görüşe katılmayarak salih amelin, Müslümanlar için de gerekli olduğunu söyleyerek âyeti belirttiğimiz şekilde tefsir etmiştir. Bu âyet, üzerinde çok tartışılan bir ayet olup Nisa 123, Mâide 69. âyetlerle birlikte okununca daha iyi anlaşılır.

 

Kur’an öncesi Semavî dinlerin; Yahudilik ve Hristiyanlığın mensupları cennete yalnızca kendilerinin gireceğini iddia ediyorlardı. Hz. Muhammed peygamber olarak gönderilince bölgedeki Yahudi ve Hristiyanlar Onun peygamberliğini, Kur’an’ın vahiy olduğunu inkâr ederek kendilerinin yegâne Hak din mensubu, dolayısıyla da cennetlik olduklarını iddia ediyorlardı. İşte âyet, bu iddianın yanlış olduğunu;  her kim samimiyetle Allah’ın birliğine ve  hesap gününe inanarak ilâhî buyruklara uygun  davranırsa onun kurtuluşa ereceğini, ahiret azabından/ cehennemden korkmasına  gerek olmadığını ifade ederek, Hz. Muhammedin peygamberliğinin hak, Kur’an’ın vahiy, O’na inananların  da  hak yolda olduğunu ve kurtuluşa ereceğini vurgulamaktadır.

Vahiy, peygamber vasıtasıyla insanlara ulaştırıldığından muhatapların “Biz Allah’a inanıyoruz ancak Muhammed’in peygamberliğine inanmıyoruz” demeleri vahyi, dolayısıyla Allah’ı inkâr olarak değerlendirilmektedir. (Ayrıca bk. Nisâ, 150. âyet)

Meseleyi Hz. Peygamberi inkâr eden, buna rağmen gerçek dindar olduklarını ve cennete yalnız kendilerinin gireceğini iddia eden ehli kitaba “Elçimiz Muhammed’i ve Kur’an’ı inkâr ettiğiniz halde  Allah’a iman etmiş olamazsınız; Mûsa ve İsa peygamberlere ve tebliğ ettikleri kitaplara iman ettiğiniz gibi   O’na da iman etmelisiniz; elçimiz Muhammed ve O’na iman edenler, sizin inandığınız peygamberlere inanırken, siz O’nu ve tebliğ ettiği vahyi reddederek  Allah’a inandığınızı nasıl iddia edersiniz?” şeklinde ifade edebiliriz.  

Son vahiy Kur’an, önceki tüm elçileri ve tebliğ ettikleri vahiyleri tasdik eder. Bu demektir ki Vahiy bir bütündür bölünmez, peygamberlik bölünmez. İnsanlık bölünmez. En doğrusunu Allah bilir.


KONU: 171. DERS- BAKARA SURESİ 63-74. ÂYETLER (7 ARALIK 2020)
Dersten NOTLAR

*Her işimize besmele, dersimize de besmele ile başlıyoruz.
Besmele çekmek; merhamet ve rahmet sıfatlarıyla bizi ve tüm varlığı yaratan, yaşatan Yüce kudrete şükran ve minnet duygularıyla yönelip bizim de hayata, varlık ve olaylara O’nun gibi merhamet ve şefkatle yaklaşacağımıza dâir söz vermektir. Bütün mesele yaşamımızın, düşünce, söz ve eylemlerimizin bu va’dimize uygun olup olmamasıdır. Sınavımız budur.

*Bİz bu derslerde; Tevhit Mesajı Tefsiri ile merhum Elmalılı Üstadın mealini ve başka mealleri karşılaştırmalı okuyoruz. Bu vesileyle ifade edeyim ki Mealler Türkiye’de epey hizmet görüp halkımızda Kur’an-ı anlama merakı oluşturmuştur. Tevhit Mesajı Tefsirimizin meydana gelmesinde meal tecrübesinin de etkisi vardır. Ancak zaman zaman ifade ettiğimiz gibi bizim görüşümüz, Kur’an mesajının tam olarak, harfî / lafzî çevirilerle değil, tefsir yöntemiyle anlaşılabileceği yönündedir.
*Bir de şu hususu tekrar ifade edelim: Nüzul döneminde Kur’an vahyi, Hz. Peygamber vasıtasıyla dillendirilen/ okunan ve halk tarafından dinlenen bir hitaptır. Karşısında hitab ettiği muhatap bir kitle vardır. Lakin mesajı evrenseldir. Öyle olmasaydı yani Kur’an mesajı evrensel olmasaydı indirildiği dönemden sonraki on beş asırdır Müslümanlar neden Kur’an’ı okusunlar, onunla ilgili bu kadar çalışma yapsınlar? Bunun ne manası olurdu?

Şimdi geçen ders kaldığımız âyetlerden devam edelim:
*Bakara 63-64. âyetlerde; İsrailoğullarının Allah’tan af dilemek üzere çıktıkları Hz. Mûsa’nın vahiy aldığı Sina dağının adeta üzerlerine düşecekmişçesine yukarı kaldırılmasından bahsedilmektedir. Bu olayın hakiki manada vaki olduğu görüşü klasik tefsir kaynaklarında yer almaktadır. Ancak söz konusu olayı mecazî olarak anlamak; o sırada meydana gelen deprem sebebiyle dağdaki sarsıntı şeklinde yorumlamak da mümkündür (bk. Tevhit Mesajı). İsrailoğulları bu olaydan çok korkmuş, bundan böyle ilahî buyruklara uyacaklarına dair söz verdikleri halde yine Hz. Mûsa’ya zorluk çıkarmaya, nimetlere nankörlük etmeye devam etmişlerdir. Medine Yahudilerine bu olay anlatılarak; siz de onlar gibi yapmayın, elçimiz Muhammed’e tabi olun mesajı verilmektedir.

*Âyette Hz. Mûsa’ya vahyin verildiği Sîna dağından bahsedilmesi münasebetiyle hatırlatalım ki; üç semâvî dinin peygamberine de vahyin verildiği mekânların “dağ” olması şayanı dikkattir. Mısır’da bulunan Sîna dağında Hz. Mûsa’ya, Filistin’de bulunan İncir ve Zeytin dağında Hz. İsa’ya, Mekke’de bulunan Hira dağında da Hz. Muhammed’e vahiy verilmiştir.

*Bakara 65. Ayet: Yahudilikte Şabat günü (Cumartesi) kutsaldır; o gün çalışılmaz, hiçbir iş yapılmaz. Buna rağmen kutsal saydıkları günün yasağını ihlal etmişlerdir. İlahî emirleri ihlal ettikleri, Allah’a verdikleri sözleri tutmadıkları için Allah tarafından kınanmışlar, “Maymunlar gibi olun” hitabına maruz kalmışlardır. Tabiin müfessirlerinden Mücahit, bu ifadenin manevî olarak maymunlaşma anlamına geldiğini söylemiştir. (bk. Taberî) Yani böyle yaparlarsa itibarlarını kaybedecekleri, zillete düşecekleri anlatılır. (bk. Tevhit Mesajı, ilgili âyetin dipnotu.)
*Burada Kur’an’ın, Hayvanlara yaklaşımı hakkında şunu söyleyelim: Bazı âyetlerde bağırarak konuşanların merkep sesine benzetilerek zemmedilmesi, (bk. Lokmân 19) bâtılda ısrar edenlerin durumlarıyla ilgili olarak köpeğin örnek verilmesi, (A’râf 176) duyarsız insanların hayvanlara benzetilmesi gibi (A’râf 179) misallerden hareketle Kur’an’ın, hayvanlara olumsuz yaklaştığı gibi bir algı kesinlikle yanlıştır. Yüce yaratıcı kendi yarattığı bir mahluku sebepsiz yere tahkir eder mi? Bu âyetlerde adı geçen hayvanlar değil, ilahî buyruklara aykırı hareket eden insanlar zemmedilmektedir.

*Enâm Sûresi 38. âyette: Yeryüzünde yaşayan en küçük canlıdan, gökyüzünde kanatlanıp uçan kuşlara kadar bütün hayvanlara dikkat çekilmektedir.

*Nahl Sûresi 5-8.âyetlerde şöyle buyuruluyor: “Derilerinden, yünlerinden giysiler yaptığınız, etlerini ve diğer ürünlerini yiyerek beslendiğiniz, sabah olunca otlaklarına salarken, akşam olunca da otlaklarından içeri alırken, baktıkça ayrı bir hoşnutluk duyduğunuz deve, sığır ve davar gibi hayvanların yanı sıra; kendi başınıza taşıyamayacağınız yüklerinizi diyar diyar taşıyan atlar, katırlar, merkepler ve daha bilmediğiniz nice şeyler yaratmış ve sonsuz rahmetiyle onları sizin istifadenize sunmuştur.”

*Bakara 67-71. Âyet: Sureye ismini veren “Bakara” kelimesi bu ayetlerde geçmektedir. Bakara lügatte; öküz, sığır, buzağı, inek gibi anlamlara gelmektedir. Bu olayı anlamak için antik dünyadaki “inek tanrıçası” kültünü bilmek gerekir.
*Mısır’da da böyle bir inek kültü vardı ve İsrailoğulları da tevhit inancına mensup olmalarına rağmen Mısırlıların etkisinde kalarak ineği kutsamaya başlamışlar, böylece Allah’a şirk koşmuşlardı. İşte âyette geçen “İneği kesin” emri, bu inancın kökten yok edilmesi amacına yöneliktir.

*Bakara 74. Âyet: Bu âyetteki “İçinden su fışkıran taşlar, Allah korkusundan yuvarlanan taşlar” ifadesini mucize olarak anlayanlar vardır. Ancak müfessir Zemahşeri’nin de ifade ettiği gibi burada mecazî anlatım söz konusudur. Bunlar doğal olayladır. “Taş doğal olaylardan etkileniyor, ilâhî yasalara uyuyor ama siz ey İsrailoğulları, elçimiz Muhammed’in getirdiği vahiyden etkilenmiyorsunuz” denmek isteniyor.

*Bu münasebetle ifade edelim ki âyetleri; ilim ehlinin farklı yorumlaması, belli ölçülerde kabul görmüş, farklı görüş belirten ulema itham edilmeyip “Tevile/ yoruma imkân varsa tekfir yoktur” yaklaşımı benimsenmiş, bu da ilim ve fikrin gelişmesine ciddi katkılar sağlamıştır.

*Bu âyetlerden çıkarabileceğimiz bir ders de şudur: Kur’an’dan faydalanmamız için O’nu gayesine yönelik olarak; maddî, manevî her türlü çıkardan uzak bir şekilde ve kendimizi düzeltmek için okumak gerekir. O, bizim kendimize bakacağımız aynamız olmalıdır, başkalarına bakacağımız dürbün değil!
*Yine bu âyetlerden de anlaşılacağı üzere; tarihte dinin, bireysel- toplumsal çıkarlar, nefsanî arzular için kullanıldığı olmuştur. İslam tarihinde beşinci Halife olarak nitelendirilen âdil Halife Ömer ibni Abdulaziz’in “Anladım ki bugünkü Müslümanların kavgası ne Allah, ne peygamber, ne de Kur’an’la ilgilidir; kavga menfaat kavgasıdır” dediği nakledilir. Menfaat; sadece maddi değil, nefsimizi besleyen, egomuzu şişiren; servet, şöhret, makam ve mevki gibi “ben” dedirten her şeydir. İnsanın en büyük düşmanı nefsidir. Onun için nefisle mücadeleye peygamber diliyle: “Cihad-ı ekber” (en büyük mücadele- savaş) denmiştir.
*Derinlemesine düşünüldüğünde toplumdaki bütün sorunların temelinde iki “Ben” olduğu anlaşılır. Maddî sorunların temelinde “Ben yiyim sen yeme”, manevî sorunların temelinde de “Ben iyiyim, sen kötü!” duygusu vardır. Kur’an-ı Kerim bu ve başka bir çok âyette din tefrikalarının, ayrılıklarının sebebinin hakikati bilmemek değil, insanların arasındaki kıskançlık, çıkar kavgaları olduğunu ifade etmektedir ( Örn. bk. Âl-i İmrân 19).

*Bunun çaresi “beni” “bize” çevirmektir. İnsanlığın temel eğitim müfredatının ana konusu “biz/ hepimiz” olmalıdır.
*Böylece kendi içimizde bizzat kendimizin inşa ettiği, Kur’an’ın heva dediği nefis putuna tapmaktan kurtulabiliriz!


172.DERS-BAKARA SURESİ 75-82. AYETLER (21.12.2020).

İSRAİLOĞULLARI TARİHİNDEN MEDİNE YAHUDİLERİNE DERSLER

Dersten Notlar:

*Tefsirimizde Tevhit kelimesinin neden Arapçasına uygun olarak “D” ile değil de “T” ile yazıldığını soruyorlar. Öyle yazsanız da kelimenin aslını karşılamıyor. Zira Arapça’da “tevhid” diye bir kelime yoktur. Bu kelimenin aslı "التوحيد" dir. Yani "ح"(Hâ) dan sonra “y” harfi vardır. Ne yaparsanız yapın, hiçbir dili başka bir dile teleffuzuyla, aksanıyla ve yazımıyla aktarmak mümkün değildir. Biz Türk Dil Kurumu ve DİA yazımını dikkate alarak “tevhit” şeklinde yazdık.

*Bunu kısaca belirttikten sonra şunu ifade etmek istiyorum: *Tefsir okumalarımızdan sizin de fark edeceğiniz üzere Kur’anı- Kerim, bize din konusunda parça parça malumat vermiyor, belli şeyler ezberletmiyor. Zihnimizde, derin kavrayış, idrak formasyonu, yeteneği oluşturmayı, meseleleri genel olarak doğru değerlendirme melekesi kazandırmayı amaçlıyor. Bunu; sık-sık tekrar ettiği “İbret, âyet” vb. kelimelerden anlıyoruz.

*Kanaatimce Kur’an’ın bu yönteminden yeterince faydalanamadık. Olaylara bütüncül bakabilme yeteneğimiz yeterince gelişmedi. Öyle olunca da Kur’an-ı Kerim’in mesajı tam olarak anlaşılıp, hayatımıza giremedi. Daha çok fıkıh/ fetva yöntemiyle; soru-cevap, caiz mi, değil mi? şeklinde bilgilendik. Bu bilgiler de geçmişteki âlimlerimizin, kendi zamanlarında ve coğrafyalarındaki şartlar muvacehesindeki yorumlarından ibarettir. Doğal olarak asırlar öncesine ait bu bilgi ve görüşler güncel sorunlarımızı çözmeye yetmiyor. Zira zamanla olaylar, sorunlar değişiyor. Akıl da gelişiyor; bin sene önceki insanların aklı bugünkü meselelere cevap veremiyor, tıpkı onların sorunlarına öncekilerin aklıyla çözüm bulunamadığı gibi.

*İnsanlar genel olarak yaratıcının, doğuştan bağışı olan Fıtrî/garîzî akılda müşterek olup diğer canlılardan bu özellikleriyle ayrılırlar. Bir de fıtrî aklın kullanımıyla oluşan müktesep/ geliştirilmiş, edinilmiş, tecrübî akıl vardır ki bu, bireyden bireye, toplumdan topluma farklılıklar gösterir. Tarım toplumuyla sanayi toplumunun müktesep aklı farklı boyutlardadır. Zamanla ve şartlara göre ortaya çıkan sorunlar bu akılla çözülür. Günümüz toplumlarındaki farklılıkların, müktesep/ kazanılmış akılla ilgili olsa gerek.

75-76. AYET

*Kur’an’ın nazil olduğu dönemde Medine’de etkili; okur-yazar, kitap ehli, ataları vahye muhatap olmuş, dolayısıyla vahiy geleneğine, din kültürüne sahip toplum Yahudilerdi. Yahudi din âlimleri de toplum üzerinde otoriteydi. Sözleri dinlenir, kendilerine uyulurdu. Bu âlimler, kendi aralarında ve halka “sakın Muhammed doğru söylüyor diyerek yumuşaklık göstermeyin, ona inanmayın” diye baskı yapıyorlardı. Hz. Peygamberin doğru söylediğini bildikleri halde böyle yapıyorlardı. Zira insan hayatını bilgiden ziyade duygu, kişilik yönetir, topluluğu da duyguyu yöneten otoriteler yönetir. Medine Yahudi topluluğunda da durum böyleydi. O bakımdan Kur’an onları muhatap alıyordu.

*Bilgi; kişilik ile bütünleşir, ahlaki değerler ile birleşirse değerlidir, olumlu sonuçlar verir. Ahlaktan yoksun olan, bildiklerinin gereğini yapmayan Yahudi din âlimleri Kur’an’da “sırtında yük taşıyan hamala” benzetilir. (bk. Cuma Sûresi 5. âyet” Dine dair bilginin faydalı olabilmesi için ahlakî kurallara tâbi olması gerekir.

78-79. AYET

*Bu ayetlerde de ilk muhatap Medine’deki Yahudi din/ Tevrat bilginleridir. Ayette geçen “ümmî” ifadesinden maksat Tevrat’ı okuyamayan, doğrudan Tevrat bilgisi olmayan insanlardır. Yani Yahudilerin içinde din adamı olmayan sınıftır.
*Hz. peygambere karşı çıkan Tevrat alimleri, Onun Allah’ın nebisi olduğunu biliyorlar fakat kendi makam, şöhret ve menfaatleri için ona karşı çıkıyorlar.

*Buradaki “kitabı tahrif” genel kabulün aksine; bazı müfessirlerin de ifade ettiği üzere, metnin değil, anlamın tahrifi, saptırılması anlamına gelmektedir. Yani vicdanı tahrif etmektir. Diğer insanlarla kendilerini Allah katında eşit görmeyenler, kendilerini üstün görenler dini saptırmışlar, kendi lehlerine yorumlamışlardır.

*Tarihte Firavunlar, Karunlar, Ebu Cehiller peygamberlere “Siz bizimle nasıl eşit olursunuz, biz sizden; din, soy, mal-mülk vb. bakımından üstünüz” dediler.

*Zuhruf suresi 31. Ayette Mekke müşriklerinin “Allah bir peygamber gönderecek olsaydı Tâif veya Mekke eşrafından birini gönderirdi, peygamberlik sana mı kaldı ey Muhammed” dedikleri ifade ediliyor.

*Vahiy müsavattan/eşitlikten yararlanamayan ezilenleri (mustazafları) korumaktadır. Kur’an insanlar arasında Hak ve vazifede, itibar ve değerde eşitliğin sağlanmasını istemektedir.

*Tekrar edelim, âyette anlatılan esas tahrif Tevrat’ın anlamını tahrif etmek, bile bile saptırmak yani ona inanıyor görünüp muhalefet etmek, emrettiği gibi değil, kendi heva ve

*İfade ettiğimiz gibi tahrif önce insanın içinde olur, vicdanında olur. Vicdan düzgün olursa insan da toplum da düzgün olur; kitap da doğru anlaşılır ve uygulanır.

*Hz. İsa’nın “Kabın içini temiz tutun” sözü önemlidir. “Kap” vicdandır. Bu nedenle vicdan Allah’ın muradına göre temiz tutulmalı, bunu da insanın kendisinin yapması gerekir. Edinilen “bilgiler” buna yardımcı olur. Dinen makbul bilgi, insanın mesuliyetini de bilgisi oranında artıran bilgidir. Bilgi arttıkça sorumluluk hissi de aynı oranda artmalıdır.

*Bu âyetlerden de anladığımız ve hayatta gördüğümüz gibi toplumsal hayatta öncülerin rolü çok mühimdir. Bazı kabullere göre, toplumlarda %5 civarı iyi tarafa, %5 civarı da kötü tarafa öncülük eder. %90 da bu öncülere tabi olur. Vahiy, bu büyük halk kitlesini eğiterek, kötülük öncülerinin tuzağına düşmelerini, helake uğramalarını önlemek ister.

*Filozof Farabi’nin Medine-yi Fazıla /Erdemli Şehir/toplum adlı bir eseri vardır. Orada toplumu bir insan vücuduna benzetir. “Toplumsal yapı insan organları gibidir. Toplumu idare edenler bedendeki sağlıklı beyin gibi olursa o toplum erdemli olur. Aksi halde fesada uğrar, çürür” der.

*Bununla beraber Kur’an, şahsî sorumluluk esasına sık-sık vurgu yapar, öncelikle kişinin kendi vicdanına, aklına sormasını salık verir. Unutmayalım ki en büyük âlim vicdanımızdır.

80-82. AYET

*Tevrat bilginleri “Biz dindarız, biz, Allah’ın seçkin kullarıyız, biz peygamberler soyundanız, biz garanti cennetliğiz, cehenneme girsek bile birkaç gün kalır sonra çıkarız” diyerek kendi halklarını ikna ediyorlar. Kur’an onların bu iddialarına karşı “Bunu nereden biliyorsunuz, Allah’tan böyle bir ahit mi aldınız” diyerek bu anlayışın ilahî nizama aykırı olduğunu; kim olursa olsun Tevhit inancına uygun yaşayanların cennete, buna uymayanların da cehenneme gireceğini bildirir.
Doğrusunu Allah bilir.


173.DERS-21.12.2020
BAKARA- 83-86. Âyetler
DERSTEN NOTLAR
*Hayat; herkese ve her şeye yaratıcı kudretin eseri olarak saygıyla bakılmasını gerektiren bir sınavdır.
*Kur’an, birçok âyette farlılıklara dikkat çekerek bunu, yaratıcı kudretin ihtişam ve hikmetinin göstergesi olarak sunar.
*Herkes benim gibi olsun demek varlıktaki hikmeti anlamamaktır. Sınavın başarısı; çeşitlilikteki hikmet ve sırra hayranlık duyma ölçüsündedir.
*Herkes nasibine düşen özellikten sorumlu, başkalarını değil, kendini geliştirmekle mükelleftir. Bunu fark etmeyenler, başkalarını değiştirmeye, kendine benzetmeye çalışır.
*Varlığın/mülkün sahibi; herkesi sorumluluğuyla baş başa bırakıp müdahale etmezken, emanetçiler, misafirler O’nun adına birbirleriyle mücadeleyle ömür sermayesini harcıyor.
*Oysa insan, hayatını verir ama inancını, kimliğini değiştirmez; bedeni teslim alınabilir ama ruhuna hükmedilemez. İnsan ancak kendi iradesiyle kendini değiştirebilir.
*Tekrar ifade edelim ki farklılıkları kabul etmek insanın imtihandır. Buna karşı çıkmak yaradılış nizamına muhalefettir. Hayattaki tüm sorunlar; bizim gibi olmayanları da kabul etmekle çözülebilir. Hiçbir mücadele kavgayla kazanılmaz; kavgadan sonra gelen sulh ile kazanılır.
*Büyük sınav olan farklılığı yönetebilmek, büyük serveti yönetmek gibidir; büyük yetenekler ister emek ister sabır ister kocaman bir akıl ve yürek ister. İnsanlık, bu büyük sınavı başarabilmesi için aklı ve gönlü birlikte büyütmelidir. Arapça bir söz vardır: “bir dirhem malı yönetebilmek için bir ton akıl lazımdır”
*Artık meselelere dünya ölçeğinde bakmak lazımdır, kendi ölçeğimizde değil. Deryayı, elindeki kaba sığdıramazsın. Kendini derya sanma sen sadece bir damlasın, hepimiz birer damlayız. Deryalar damlaların birlikteliği ile oluşur.
*Bu farklılığın ne büyük bir hikmet ve sır olduğunu şu mısralar ne güzel dile getiriyor:
Kamunun Hâlikı birdir, niçin bazısı kâfirdir
Bu ne hikmet, bu ne sırdır bilen gelsin bu meydane.
Bakara 83. ayette şu konular anlatılıyor:
1-Allah’tan başkasına kulluk etmeyeceksin. Yalnızca bir Allah’a kulluk etmek insanın içsel özgürlük ilanıdır. Böyle bir bilinç ne başkasını kutsar ne de nefsini.
2-Ana babaya iyi davranacaksın.
3-Akrabaya iyilik yapacaksın.
4-Yetimi koruyacaksın. Hakkını koruyamayan, himayeye muhtaç herkes yetim hükmündedir.
5-Yoksula yardım edeceksin.
Başka âyetlerde bunlara ilave olarak; komşular, yolda/darda kalanlar da yer alır. Toplumun her kesiminin maddi manevi gereksinimlerinin giderilmesi Kur’an’ın emridir. Bu yardımlar; sadece klasik yardım yöntemi olan sadaka ve zekât şeklinde olmaz. Günün icaplarına göre yapılması lazım. Nihâî hedef; hiç kimsenin, bir başkasının yardımına muhtaç olmamasıdır. Bunun yolu da herkese kendi ihtiyacını karşılayabileceği iş imkânı sağlamaktır. Bu, farzı kifâye hükmünde toplumsal bir ödevdir.
*Bu ayetteki ilk madde, yani Allah’a kulluk işin başıdır, tamamı değil. Zira diğer hususlar da Allah’a kul olmanın icaplarıdır. Yani insanlara karşı görevimizin de Allah’a kulluğun kapsamı içinde olduğu ifade edilmektedir. Ama bunlar yeterince idrak edilmiştir denemez.
*Ana baba-evlat ilişkinde karşılıklı görevler vardır. Ana-baba nasıl olursa olsun evlatlık vazifesi bakidir. Ancak evlatlarını şirke, kötülüğe zorlayan ebeveynlere bu hususlarda itaat edilmez.
*Ebeveynlerin de çocuklarına mükellef olduktan sonra kendi düşünce ve tercihlerinde baskı yapmamaları gerekir.
*Allah, insanı bu özelliklerle yarattığı için bunlara uygun yaşamak insanın Hakk’a verdiği söz/ mîsak hükmündedir.
Bakara 84-86.âyetler:
“Birbirinizin kanını dökmeyeceksiniz, birbirinizi yurdunuzdan çıkarmayacaksınız diye sizden söz aldığımız halde bu günahları işliyorsunuz”
Medine’de “Benî Kureyza, Benî Nadîr ve Benî Kaynuka” isminde üç Yahudi kabilesi mevcuttu. Kaynuka oğulları ve Nadîr oğulları, İslam öncesi müşrik olan Hazrec kabilesinin müttefiki, Kureyza oğulları da yine müşrik Arap kabilesi olan Evs’in müttefiki idi. Bu kabileler arasında sık sık savaş oluyor, hasım olan Arap kabilesiyle ittifak yapmış olan Yahudi kabilesi, diğer tarafta yer alan Yahudi kabilesine mensup Yahudileri, yani dindaşlarını öldürüyor, sürgün ediyor veya esir düşenleri ancak fidye karşılığında serbest bırakıyordu. Kur’an; işte bu hususa dikkat çekerek, Medine Yahudilerine; “Allah atalarınızdan birbirini öldürmemeleri, yurtlarından çıkarmamaları hususunda söz almıştı, siz de bunu bildiğiniz halde, üstelik müşrik Araplarla ittifak yaparak kendi dindaşlarınızı öldürüyor, buna rağmen dindarlık iddiasında bulunuyorsunuz, şimdi de tevhit inancını tebliğ eden elçimize yine dindarlık adına karşı çıkıyorsunuz” diyor.
Bakara suresinin ana konusu; Medine Yahudilerinin Hz. Peygambere karşı sergiledikleri tutumlarının eleştirisi ve atalarının tarihinden ders çıkarmalarıdır.
Ana mesaj: “ey Yahudiler, atalarınızın bir kısmı geçmişte bu tür davranışlarda bulundular, peygamberlere karşı geldiler, Tevrat’ı hakkıyla uygulamadılar. Siz de öyle yapmayın. Elçimiz Muhammed’in resul olduğuna inanın ve ona uyun” şeklindedir.
*Kur’an bize tek tek meseleleri öğretme, ezberletmeden ziyade, iyiyi -kötüyü, doğruyu- yanlışı, helali-haramı kavrama yeteneği veriyor, düşünme, değerlendirme melekemizi kullanmamızı, geliştirmemizi istiyor. Bu yeteneği geliştirmemiz gerekir. İslam’ı anlatmak için yazılan kitaplar ise daha ziyade tikel meseleler üzerinde durmuşlardır. Bu kitaplar şayet Kur’an’ın yöntemini takip etselerdi durum çok daha farklı olurdu.
Kur’an-ı Kerim, bir kuram kitabı değildi. O, yaşanan olayların kitabıdır. Konusu hayattır. Vakıadan hareket eder. İndiği günkü insanların karşılaşmadıkları, bilmedikleri olayları anlatmıyor. Bilinenleri, yaşananları, onları ilgilendiren meseleleri değerlendiriyor. Tarihî konuları da ibret amacıyla anlatıyor. Yaşanmayan, hayatı ıslaha yönelik olmayan bir şey Kur’an’ın ana konusu değildir. Burada da farklı din ve kavimlerden müteşekkil olan Medine toplumunun beraberce ve barış içinde yaşamalarının yolları üzerinde duruluyor.
“Ey Yahudiler, Resulümüz Muhammed de tevhidi anlatıyor, sizin inandığınız peygamberlere O da inanıyor, tebliğ ettiği Kuran Tevrat’ı tasdik ediyor, siz de O’na inanın, Allah’ın dininde ayrılık çıkarmayın. Atanız Yakup’u dinleyip, O’nun tevhit dininden ayrılmamanıza yönelik vasiyetine kulak verin” (Bk. Bakara 133-135)
*Kur’an-ı Kerim, ehli kitap (Yahudi ve Hıristiyanlar)dan bahsederken hepsini kastetmez, içlerinde iyilerin, Salihlerin, âdil ve emanet ehli olanların da bulunduğunu, hepsinin bir tutulamayacağını da bildirir. (Bk.Al’-i İmran 75. Ve 113. Âyetler.)
*Hz. Yakup’un diğer bir adı da “Allah’ın sevgili kulu” manasına gelen İsrâîl’dir. Yakup’un soyundan gelenlere Kur’an “Benî İsrâil / İsrailoğulları demektedir. Yakup peygamberin dini, bütün peygamberlerin dini olan tevhit dinidir. Hz. Muhammed bu dinin son peygamberidir. Medine Yahudilerinin de bu soydan ve inançtan gelmeleri itibariyle Ona inanmaları gerektiğini vurgular Kur’an. Ama onlar vahye inanan tüm insanların dini olan Tevhit inancını tahrif ederek sadece kendilerinin dini yapmışlar. Kur’an, işte buna karşı çıkıyor.
*Tüm peygamberlerin tebliğ ettiği Tevhit dininin temel özelliği:
1-Yaratıcı birdir.
2-Bütün İnsanlar O’nun katında eşittir.
3- İnsan fıtratına/ doğasına uygun, hatta onun gereğidir.
4- Kur’an’ın “Sünnetullah” dediği, Tabiat yasalarına uygundur.
*Tabiat bir manada fiilî vahiy olduğundan sözel vahiy olan Kur’an’a aykırı olamaz. Bilakis ikisi arasında tam bir uyum vardır. Öyle ki Kur’an tevhidi anlatmak için daima tabiattan örnek verir.
* Mucize adına Allah’ın düzenini bozmak isteyenlere Kur’an karşı çıkarak, gerçek mucizenin tabiattaki ilahî düzen olduğuna dikkat çeker.
*Oğlu İbrahim’in vefatı esnasında vaki olan Güneş tutulmasını İbrahim’in ölümüne bağlayanlara karşı Hz. Peygamber “Sakın böyle söylemeyin. Ay ve güneş Allah’ın iki ayetidir; kimsenin ne ölümü ne de doğumu için doğup batmazlar” demiştir. Kimse için ilahî düzen bozulmaz diyor.
*Japon İslamî ilimler uzmanı İzutsu: “Tabiat sözsüz ayet, Kur’an da sözlü ayettir” diyor. Kur’an tabiat nizamına devamlı vurgu yapar. Allah’ın birliğine delil olarak tabiattaki düzene dikkat çeker.
*Kur’an’da alemlerin rabbi, Yeryüzünün rabbi, gökyüzünün rabbi, insanların rabbi, her şeyin rabbi ifadeleri geçer. Her şeyin rabbi demek, yarattığı her şeyin onun nezdinde bir değeri var demektir.
*Günümüzde bütün insanlığın Kur’an’a çok ihtiyacı olduğu anlaşılıyor. Kur’anî manada din zorunludur. İnsanlığın bunca acı tecrübesinden alınacak dersle ruhları aydınlatacak bu ışığın yeniden keşfedilmesi gerekir. Kur’an bu hususta insanlığa rehberlik edecek büyük bir imkândır.
*Son Yüzyıllarda zuhur eden pozitivizm çok iddialı bir şekilde “Akıl ve sanayi insanın mutluluğu için gerekli olan tüm ihtiyaçları karşılayacaktır. Artık sanayi sayesinde dünyada hiç yoksul kalmayacak, akıl da o kadar gelişecek ki bütün sorunları çözecek, dine lüzum kalmayacak” demişti. Ama tam tersi olmuştur. Dünyanın durumu, insanlığın dramı ortada...


174. DERS- 28. 12. 2020
BAKARA 87- 93. ÂYETLER
DERSTEN NOTLAR

* Besmele ile başlıyoruz. Besmele’nin; rahmetiyle, merhametiyle bizi yaratan ve yaşatan yüce Hâlik’a tazimimizi arz ve tüm varlığa karşı böyle davranacağımıza dair söz vermek anlamına geldiğini ifade etmiştik. Besmele; Allah’ın tarifi, müminin yol haritasıdır. Besmele; ilâhî/ rabbânî eğitim yöntemidir, muallimi yüce yaratıcı, talebesi istekli, samimi gönüldür. Hiçbir tarif, yaratıcıyı besmele kadar tarif edemez, hiçbir eğitim müminin vazifesini besmele kadar hülasa edemez, kalbine yazamaz. Hayatımızın güzelleşmesi, merhamet ve şefkatle yani Besmeleyle buluşmasına bağlıdır.

İfade ettiğimiz üzere hayat; İlâhî rahmetle var edilmiş ve onunla sürmektedir. Kur’an ve O’ndan esinlenen geleneğimiz; maddî yaşamı sağladığı için yağmura da rahmet der. (bk. Şûrâ 42/28) Manevî hayatımızın yağmuru / rahmeti de vahiy, toprağı ise gönüldür. Her iki rahmet için de Kur’an inzal (ilahî lutuf) ifadesini kullanır.

*Kur’an’ın ifadesiyle; insanlar başı boş bırakılmış, terk edilmiş değildir. Onların rabbi vardır. Rab; sahip, koruyup- gözeten demektir. Yüce rab, insanların biyolojik ihtiyaçlarını yağmurla sağladığı rızıklarla karşıladığı gibi, manevi rızıklarını da vahiyle karşılamıştır. (Bk. Vakıa 56/ 82)
*87-88. AYETLER
Ayetteki ifadeyi: “Biz İsa’yı ruhu’l-Kudüsle destekledik” şeklinde tercüme edip bırakırsak anlam yeterince anlaşılır olmadığı için yorum gerekecek; bu da herkesin bilgisi, âidiyeti ve tasavvuruna göre olacaktır. Halbuki nüzul döneminde Hz.peygamber vahyi okuyor/seslendiriyor, muhatapları da bunu dinliyor ve kolaylıkla anlıyordu.

“Okumak”tan maksat; bugün anlaşıldığı şekliyle kitaptan okumak değil, duyurmak, davet etmek, çağırmak anlamındadır. Eskiden Anadolu’da düğüne davet etmek için “düğüne okuma” ifadesi kullanılır, davet edilmeyen tanıdıklar: bizi niye düğüne “okumadınız” diye sitemlerini bildirirlerdi.

Kur’an henüz nazil olurken, mevcudiyetinden bahsedilemeyecek Kitaba/ mushafa bakarak okumak söz konusu olamazdı. Hz. Peygamber; kendisine gelen vahyi ağızdan okuyor herkes dinliyor ve anlıyordu, manada bir kapalılık, anlaşılmazlık söz konusu değildi. Bizim bugün lafzî/ harfî olarak; “İsa’yı ruhu’l-Kudüs’le destekledik” şeklinde çevirdiğimiz ifade; “Elçimiz İsa’ya da Cebrail ile vahiy gönderdik” şeklinde anlaşılıyordu. Mesaj şuydu: “Ey Yahudiler! Cebrail; elçilerimiz Mûsa’ya, İsa’ya vahiy getirdi, başka peygamberler de gönderdik. Onların peygamberliğine inanıyorsunuz da Elçimiz Muhammed’e neden inanmıyor ve O’na tabi olmuyorsunuz? Hoşunuza gideni kabul ediyor, gitmeyeni reddediyorsunuz.” Mevzu budur.

Ayetin ilk muhatapları, Medine Yahudileridir. Tabi hepsi değil, özellikle Hz. Muhammed’in (a.s.) peygamberliğini reddeden Tevrat bilginleri, yani toplumun dinî öncü ve otoriteleridir. Âyette, bu tavırlarının sebebinin; “Hevâ”ya uymaları olduğu beyan ediliyor. Hevâ / nefis, insanın en büyük düşmanıdır. Bunun peşinde koşanlar maddi- manevî çıkar, zevk ve keyfilik içindedir. Furkan suresi 43. Ayette “ey elçimiz! hevâsına, arzu ve heveslerine tapanlara sen ne yapabilirsin ki?” buyurulmaktadır.

Birçok insanın en büyük zaafı; arzu ve isteklerine, bir manada kendisine tapmasıdır. Ama bunu doğruya, hakka uyma iddiasıyla, zannıyla yapar. İnsan; çoğu zaman bir kötülüğü, onun kötü olduğunu bilmediği için yapmaz. Zira iyiyi kötüyü, faydalıyı, zararlıyı doğuştan bilir. Kur’an buna fıtrat diyor. Mesele bilmemek değil, nefse, egoya mahkûm olmaktır. Kur’an; inanç sayesinde insanın iradesini güçlendirerek onu nefsine mahkûm olmaktan kurtarmaya çalışır.

*89.ÂYET:

Burada “lanet etme” meselesi var. “Melûn, laîn, lânetli” esasında Şeytana denir. Doğru yoldan saparak Kendisini ilâhî rahmetten mahrum bıraktığı anlamına gelir. Ayette: Medine Yahudilerine; Hz. Peygambere ve tebliğ ettiği vahye karşı çıkarak, kendilerini ilahi rahmetten mahrum bırakmaları sebebiyle bu ifade kullanılıyor. Yani Kusur muhatabın kendindedir. Allah lanet etmez. Muhataplar, yaptıkları sebebiyle kendilerini Allah’ın rahmetinden mahrum bırakmışlardır.

*90 ayette; “bağyen” kelimesi geçiyor; yani kıskançlık, bencillik, kendini üstün görme gibi anlamlara gelir. Kur’an; ehli kitap örneğinde, din ihtilaf ve tefrikalarına düşmenin ana sebebinin bu olduğunu vurgular. (Bk. Ali imran 3/19)

Hz. Muhammed’in (a.s.) peygamberliğine karşı çıkan Medine Yahudilerine Kur’an meâlen: “Siz Hak peşinde değilsiniz; Hevânıza uyuyorsunuz, hoşunuza gideni kabul ediyor, gitmeyeni reddediyorsunuz; (88-89.âyetler) elçimiz Mûsa’ya ve ardından gelen peygamberlere inandığınızı iddia ediyorsunuz ama resulümüz Muhammed’e inanmıyorsunuz, böyle yaparak Tevhit dinini parçalıyor, kendi nefsinize, çıkarlarınıza tapıyorsunuz” diyor.

Buradan anlaşılıyor ki; en yaygın olan, ama fark edilemeyen bâtıl din “nefis dini”dir. Öyle olmasaydı insanlık tarihinde bu kadar önemli yer tutan din söylemleri ve eylemleri dünyaya çok daha iyi şeyler katardı. Kur’an’ın “nefsinize tapıyorsunuz” ifadesinin üzerinde çok durmak gerekir. Bu husus belki de insanın en gafil olduğu keyfiyettir.

Kur’an’ın indirildiği dönemde Mekke müşrikleri, ehli kitap ve bölgedeki başka din mensupları, kendilerinin yegâne hak din mensubu olduğunu iddia ediyordu. Bakara suresinde çok yer verilen Medine Yahudileri de mensup oldukları dinin yegâne hak/doğru din olduğunu iddia ediyor, kendileri dışındakileri sapkın olarak nitelendiriyorlardı. Kur’an’ın konuyla ilgili ayetlerinden biz şunu anlıyoruz: mensup olduğunuz dinin hak olması, sizi gerçek manasıyla dindar yapmaz, sizi kurtarmaz; ancak hak dinin icaplarını yerine getirdiğiniz takdirde kurtuluşa erersiniz.

Din; samimi mensuplarının elinde yapıcı olurken, iyilikler, güzellikler üretirken; iyi niyetli olmayan gayrı samimi mensupları tarafından yıkıcı durumlara alet edilebilir. İnsanlara zulüm yapmanın aracı haline getirilebilir. Tarihte bunun çok örnekleri vardır. Rabbü’l-alemin; bütün insanların rabbi, haklarının koruyucusu, özellikle kimsesizlerin kimsesi olduğu için onları; peygamberler ve kitaplar yoluyla zalimlerin zulmünden, özellikle din adına sergiledikleri zulümlerden kurtarmak ister.

*91- 93. AYETLER

Bu âyetlerde de yine Medine Yahudileri eleştiriliyor. Mesajı meâlen şöyle özetleyebiliriz: “Tevhit dinini parçalıyor, bölüyorsunuz.” Allah’ın dini; bidayetinden itibaren tek / İslam’dır. Mûsa, İsa ve diğer bütün peygamberlere gelen İslam ile elçimiz Muhammed’e gelen İslam özde aynıdır. Tevrat’a gerçekten inanıyorsanız, Kur’an’a da elçimiz Muhammed’e de inanmalısınız, ne var ki sizler atalarınız gibi, elçimiz Mûsa’nın getirdiği tevhit ilkelerine, Tevrat’ın hükümlerine de uymadınız. Atalarınız peygamberlere isyan etmiş, hatta bazılarını katletmişti. Şimdi siz de elçimiz Muhammed’e düşmanlık ediyorsunuz.

Bu mesajlardan anlaşılacağı ve Kur’an’da açıkça ifade edildiği üzere (Ali İmran 3/19) Allah’ın dini İslam bir ve bölünmez bütündür, peygamberlik de öyledir. Mesele Hakikatın bütününe inanmamaktır. Kur’an insanları bu bütüne çağırmaktadır. Buna aykırı davranışları “tefrika” olarak nitelendirir. (Bk. En’am 6/159)

Tefrikaya düşenler, başkalarını kendilerine katılmaya; Kur’an ise bütün insanları Tevhit ve fıtrat dini olan İslam’da birleşmeye çağırır.


175. DERS
BAKARA 93-103. AYETLER (04.01.2021)
*Biliyorsunuz Tefsir dersimiz 7 yıldır devam etmektedir. Bugün 2021 yılının ilk dersini yapıyoruz çok şükür. Her yeni yılın başlaması ile iyilik, barış, bolluk- bereket, sağlık vb temenniler dile getirilir. İyi, güzel ama bunları kim sağlayacak?
Zaman ve mekân, özne olan insanın fiilleriyle anlam kazanıyor. Bu manada zaman insandır, mekân insandır. O halde bizim yeni yıldan beklediklerimizi “YENİYIL BİZDEN” beklemektedir diyerek bahsi kapatalım.
*Bu dersimizde de “İsrailoğulları tarihinden Medine Yahudilerine dersler” başlığı altındaki ayetlere devam ediyoruz. Sizleri kutluyorum. Öğrenme, kendinizi geliştirme arzunuz takdire şâyan. Aslında insan olmak; bilmeyi, sevmeyi ve paylaşmayı gerektirir.
*İnsan; edilgen bir varlık, bir nesne değil; iradeli, etkin bir varlıktır. Olgu ve olayların seyircisi değil, katılımcısı olmalıdır. Nitekim peygamberler; bu özellikleri zirvede yaşayan öncülerdir.
Resulullah; on üç yıllık Mekke hayatından sonra, on yıl süren Medine hayatında da hayatın öznesi olmayı bütün genişlik ve derinliğiyle sürdürmüştür. Bakara suresi bu on yıllık Medine hayatındaki faaliyetinin önemli bir kısmını anlatmaktadır.
*Bu münasebetle ifade edelim ki Peygamberler sadece kendilerini düşünen, mabede çekilip ömürlerini ibadetle geçiren insanlar değil, öncelikle toplumu düşünen, mazlumların elinden tutan, yeryüzünde adalet ve huzuru sağlayarak her tarafı mabed gibi güven, huzur ve sükûn makarrına/ mahalline dönüştürmeye çalışan mücâhitlerdir.
Nitekim Hz. Peygamber; doğup büyüdüğü fakat müşriklerce çıkarıldığı ana vatanı Mekke’nin sekiz yıl sonra fethedilmesine rağmen; tevhit inancının, can ve mal güvenliğinin sembolü, İslam’ın manevî başkenti olarak nitelendirilebilecek bu aziz şehre, emin beldeye geri dönerek Kâbe’nin gölgesinde oturup sadece kendisinin cennete gitmesi için ibadet ederek hayatını geçirmek yerine, toplumu düşünerek; hicret ettiği Medine şehrini de; Mekke gibi can- mal emniyetinin sağlandığı Harem/ kutsal şehir haline getirmek için mücadele etmiş ve bunu sağlamıştır.
Hz. İbrahim’den itibaren Mekke’de/ harem bölgesi (şehrin sınırları) içinde mala, cana, bitkiye, hayvana zarar vermek günahtı, yasaktı. Buradan hareketle Hz. Peygamber her yeri harem/ kutsal anlayışıyla güvenli kılmak istiyordu. Medine’ye varınca orayı da Harem ilan etmişti. Buradan anlıyoruz ki İslam da kutsal, yapısal değil fonksiyoneldir. Zaman ve mekân da fonksiyonelliği ile kutsaldır, mübarektir.
Medine’ye gelince ilk iş olarak Mekkeli ve Medineli aileleri birbiriyle kardeş yapmıştı. Müslümanları birbiriyle kardeş yaparken, Medine Yahudileriyle de vatandaşlık anlaşması imzalayarak toplumun barış içinde yaşamasını esas almıştı. Peygamber olarak onlara: “siz de vahye inanıyorsunuz. Sizin de atalarınızdan gelen bir vahiy anlayışınız var. Sizi; bütün kitapları ve peygamberleri, tasdik eden Kur’an’a inanmaya davet ediyorum” dedi. Ama Yahudiler kabul etmediler, bütün çabalara rağmen olumlu yaklaşmadılar. Müslümanlar ve Yahudiler arasında gerilim sürdü. İşte Bakara sûresi ağırlıklı olarak bu atmosferi yansıtmaktadır. Bu sûreyi iyi anlayabilmek için siyer/ Hz. Peygamberin Medine’deki hayatını okumak gerekir.
Bakara 94-96: Medine Yahudileri “cennete yalnızca biz gireceğiz, biz Allah’ın seçilmiş kullarıyız, bütün peygamberler bizim soyumuzdandır” diye övünüyorlardı. Kur’an-ı Kerim bu anlayışa cevap veriyor: “o halde ne bekliyorsunuz, bir an önce ölün de cennete girin!” diyor ve ilave ediyor: “ölümü istemezler. Bilakis onlara bin yıl ömür verilse çok sevinirler ölümü asla arzu etmezler.” Bu ifadelerle iddialarında samimi olmadıkları anlatılıyor. İnsan, vicdanı ile baş başa kaldığında nasıl biri olduğunu bilir. Kendini bilen eksikliğini bilir, cennetlik olduğu iddiasında bulunmaz.
Bakara 97-99: Burada Yahudilerin Cebrâil’e düşman olmalarından ve bunun tevhit inancına aykırı olduğundan bahsediliyor. Yahudilere göre Cebrail kara haber getiren, onların iyiliğini istemeyen bir melek olduğundan onu sevmezler. Tevrat’ta anlatıldığına göre Cebrail, Danyel peygamberin gördüğü bir rüyayı; Kudüs’ün düşeceği şeklinde yorumlamış (bk. Kitab-ı Mukaddes, Daniel, 8-9) ve bu tabire uygun olarak Babil kralı Buhtunnasr Küdüs’ü onların elinden almıştır. (M. Ö. 6. Yy.)
Bu anlayışta olan Yahudiler: “Muhammed’e de Cebrail bizimle kötü haberler getiriyor, savaşla ilgili haber getiriyor, zaten o bizim için iyi bir haber getirmez, biz Mikâil’e inanırız, ona vahiy getiren Mikâil olsaydı inanırdık derler. Kur’an bu inancın tevhit itikadına aykırı olduğunu; peygamberler , kitaplar ve melekler arasında ayrım yapılmasının küfür olduğunu beyan ediyor.
Bakara 100-101: Bu âyetlerde; atalarının, peygamberlerine karşı çıktıkları, verdikleri bağlılık sözünü sık sık bozdukları gibi, Medine Yahudilerinin de Tevrat’ı tasdik eden Kur’an’ı tebliğ ettiği halde Hz. Peygambere karşı çıkmaları anlatılarak, dertlerinin; iddia ettikleri gibi Allah’ın dinine bağlılık olmadığı, Tevrat’a gerçekten inanmanın, Kur’an’a da inanmayı gerektirdiği ifade edilmektedir.
Bakara 102: Şimdi çok tartışılan ve yanlış anlaşılan önemli bir konuya (sihir-büyü) geldik. Öncelikle şunu ifade edelim ki bu ayet; nüzul dönemindeki olayları ve atıf yaptığı tarihî meseleleri bilmeden Kur’an’ın anlaşılmasının zorluğunu gösteren birçok örnekten biridir.
Âyetin konusu; Medine Yahudilerinim, Hz. Süleyman’a dayandırdıkları sihir ve büyü gibi şeytanî faaliyetlerle Hz. Peygamberin Kur’an’ı tebliğ etmesine mâni olmaya çalışmalarıdır. Yahudilerce; insanlara sihir öğrettikleri iddia edilen Hârût ve Mârût; tam aksine insanları çeşitli aldatmacalarla kandıran şeytan tabiatlı insanların bu kötücül oyunlarını bozan, Yahudilerin Babil esareti zamanında yaşamış iki bilge insandır.
O dönemlerde sihir; birilerinin elinde manevî bir güç olarak görülüyor, insanlar korkutuluyor, madden ve manen sömürülüyordu. Onlara göre, kral Süleyman da krallığını sihirle kurmuş ve yönetmişti. Kur’an-ı Kerim; Hz. Süleyman’ın böyle şeytanî işlerden uzak olduğunu, sihir dedikleri şeyin de bir aldatmacadan, batıl/boş bir inançtan ibaret olduğunu, böyle şeylerle uğraşanların da bazı insanlar üzerinde menfî etkiler yapmaya çalışan şeytan tabiatlı kimseler olduğunu ifade ederek Yahudilikteki bu efsaneyi yıkmıştır.
Buna rağmen Müslümanlar arasında, âyette sihir kelimesi geçiyor diye onun gerçekliğine inandırılan insanlar var. Âyetteki; sihirle meşgul olanlara yönelik olarak “Allah’ın izni olmadan kimseye zarar veremezler” diye çevrilen ifadeden de “Demek ki Allah izin verirse zarar verebilirler” anlamını çıkararak Kur’an’da sihrin varlığını savunan insanlar var. Halbuki Kur’an’ın üslubu kavransaydı bu ifadeden böyle bir mana çıkarılamazdı. Zira Kur’an’da bir şeyin Allah’ın iznine ve kudretine bağlanması, onun insan için imkânsız olması demektir.
Ayrıca birçok âyette; Allah’tan başka manevi bir kuvvetin, insanların kaderine tesir edecek bir gücün olmadığı vurgulanır. Bu konuyla alakalı olan Felak” ve “Nâs” sureleri de yanlış anlaşılıyor. Bu surelerde; sihir/büyü ve benzeri yersiz korkular reddedilirken, müşriklerin Hz. Peygamberi böyle şeylerle tehdit etmelerine, korkutmaya, yıldırmaya çalışmalarına karşı meydan okunurken bazı Müslümanlar, sihrin varlığına inanarak, bu sureleri, ondan korunma amaçlı okumaktadırlar. Okumak elbette iyidir, ama esas olan böyle şeylerin olamayacağına inanarak “korkmuyorum” inancıyla okumaktır.
Eûzü -besmele de şeytandan korkarak Allah’a sığınma duası olmaktan ziyade ben “ilâhî koruma altındayım, güvendeyim, korkmuyorum” demektir.
Hz. Peygambere; kendisini sihir, büyü, cin, şeytan vb. şeylerle korkutmaya çalışanlara böyle meydan okuması emredilmektedir. Vahyin; Peygamberlerin şahsında insanlığa en büyük ikramı, bu gibi mevhum korkulara karşı onlara sağladığı ruhsal güvenlik ve özgürlük sigortasıdır.


177.DERS-BAKARA 115-123.
18.01.2021- DERS NOTLARI

Bismillah; Rahmetiyle, şefkatiyle yaratan ve yaşatan, kulluk edilmeye layık yegâne mabut olan yüce Allah’ın yardımıyla başlıyoruz.

*Vahyin hayatla ilişkisi: Okumakta olduğumuz Kur’an’ın en uzun Sûresi olan Bakara suresinin nüzulü, geniş bir zamana yayılmıştır; hemen hemen Medine döneminin tamamına denk gelir. Bunu, vahyin hayatla ilişkisine bağlamak gerekir. Vahiy deyince; yeryüzündeki olayların da aklımıza gelmesi gerekir.

Kur’an’ın konularının yeryüzündeki olaylardan bağımsız olduğu düşünülebilir mi? Nitekim Mekke döneminde nazil olan âyetler ağırlıklı olarak Mekke müşrikleriyle ilişkili iken, Medine’de nazil olanlar ehli kitap (Yahudiler, Hıristiyanlar) ve münafıklarla ilgilidir. Zira vahiy, yeryüzündeki hayatın ahlakilik ölçülerine uygun olmasını, yanlışların düzeltilmesini ister. Birçok âyet; yeryüzündeki sorulara cevap mahiyetindedir.
Bugün ise genellikle din adına sorulan soruların, gündeme getirilen konuların; hayatla, dolayısıyla Kur’an’la alakası yoktur, abesle iştigaldir.

Bakara 115. Yahudiler; Hz. Peygamber’in; kendi kıblelerine yönelerek namaz kıldığı halde kendisine tabi olmalarını istemesinin çelişki olduğunu söylüyorlar. Kur’an, onların kıblelerini değil, Tevhide aykırı davranışlarını eleştiriyor. Yönün doğru olması gerektiği gibi yönelişin de doğru olması gerekir.

Bakara 116.117: Bazı alimler; ayetteki “oğul” ifadesinin; Allah’ın en çok sevdiği, en yakın kulu anlamında kullanıldığını da anlamak gerektiği düşüncesindedirler. Allah’a karşı böyle bir isnatta bulunanların inancına göre; Allah’a doğrudan kulluk etmek, O’na ibadet etmek, sevgisini kazanmak mümkün değildir. O’na yaklaşmak, O’nun sevdiği bir varlık vasıtasıyla mümkündür. Kur’an’ın anlattığı Allah’a kulluk için ise böyle şeyler dindarlık değil, şirktir. Kur’an “Allah sizin dostunuzdur, velinizdir, size şah damarınızdan yakındır” der. Firavun, Nemrut, Kârun gibi peygamber düşmanları, kendi inançlarına göre Tanrının “oğulları, vekilleri, temsilcileri vb. sıfatlarla nitelenen imtiyazlı kişilerdir. Mekke müşriklerinin inancına göre de melekler Allah’ın kızlarıdır. Bu aracılar; taş, tahta vb. maddelerden çeşitli şekillerde yapılır ve bir takım Manevî anlamlar yüklenirdi. Kur’an’ın, bu temsilleri put olarak nitelemesi, şekillerinden ziyade onlara yüklenen anlamlar itibariyledir.

Kur’an; Hz. Peygamberi ve vahyi reddedenlerin batıl inançlarına, çirkin sözlerine, kaba davranışlarına uzun uzun yer vererek bunları değerlendirir, akıl ve vahyin ışığında yanlışlığını ortaya koyar; bunları yok saymaz, gizlemez.

Bakara 118. Âyette; “bilmeyenler” ifadesi geçiyor. Kur’an’da ilim/bilmek sonradan öğrenilen (müktesep), eğitim ile elde edilen bilgi değildir. Burada “kendini bilmeyenler” kast edilir. Allah’ı bilmeye, manevi değerleri, insanlığı bilmeye ilim denir. Gazali’ye göre Kur’an’daki ilim, marifetullahdır. Bunun için “kendini bilen, Allah’ı bilir” denilmiştir.

Bakara 119.“Ey peygamber! Senin görevin Tevhide iman edenleri müjdelemek, inkârcıları uyarmaktır. Onların inkârlarından sen sorumlu değilsin. İman edip etmemek insanın kendi sorumluluğudur”.

Bakara 120. Kur’an; Medine’deki Yahudi muhataplarının dinlerinin muharref olduğunu, ama bunu Allah’ın dini diye savunduklarını anlatıyor. O halde âyetteki “dînehüm” ifadesini Hz. Peygamber’e hitaben “sen onların dinlerine uymadıkça” şeklinde çevirmek doğru olmaz. Zira artık o din değil, onların heva ve arzularıdır. Buradan anlıyoruz ki bazı insanlar kendi uydurdukları ve inandıkları şeylere “din” diyebiliyor!

Bakara 121. Medine Yahudilerinin içinde; inançlarında samimi olanların olduğu, bunların Hz. Peygambere ve Kur’an’a inandıkları ifade ediliyor. Ayetteki: “Kitabı tilavet etmek/ okumak” şeklinde çevrilen ifadeden maksat Taberi’ye göre Allah’ın emirlerini yerine getirmektir. Yani kitabı okumak, O’nu uygulamaktır.

Bakara 122. Âyeti; “Ey İsrailoğulları! Sizi bütün insanlara üstün kıldık” şeklinde çevirmek ciddi bir hatadır. Şayet ayet böyle anlaşılırsa Yahudileri eleştiren yüzlerce ayeti nasıl anlayacağız? Bu ifade; Allah’ın emrine uydukları için, onları yaşadıkları dönemlerdeki tevhide inanmayanlara üstün kıldık anlamına gelmektedir. Kur’an’a göre üstünlük; takva ile, ilahi buyruklara uymakla olur. Burada; Medine Yahudilerine, “Sizler, elçimiz Muhammed’e ve Kur’an’a uymadıkça Allah katında faziletli olamazsınız, geçmişteki büyüklerinizin, Tevhide inanan atalarınızın iyilikleriyle övünemez, kendinizi üstün göremezsiniz” mesajı verilmektedir.

Bakara 123. Ey Medine Yahudileri! Atalarınızın erdemlerine güvenmeniz, tevhit ilkelerine aykırı yaşamanız halinde size bir yarar sağlamayacak, ahirette maruz kalacağınız cezadan onlar ve güvendiğiniz diğer insanlar sizi kurtaramayacaktır. Geçmişiniz ile övünmeyi bırakın, ilahî emirlere uygun yaşayın, üstünlük ve kurtuluş buradadır.


176. DERS-11.01.2021
BAKARA 104-114. AYETLER

Kur’an okumak!
Hayatında onlarca defa Kur’an-ı Kerim’i hatmedip/ baştan sona okuyup ama manasını hiç okumayan çok insanımız var. Bir müddet önce bir hanımefendi beni arayarak Tevhit Mesajı tefsirimizi hatmettiğini, böylece Kur’an’ın manasına vakıf olduğunu ve çok mutlu olduğunu heyecan ve coşkuyla ifade etti. Artık Kur’an’ın içeriğini de bilmemiz gerektiğini hepimiz idrak etmeliyiz. Halkımızın önemli bir kısmı Kur’an-ı okumayı öğrenmiş, ibadet edecek kadar da ezberlemiştir. Bu elbette ki saygı ve takdiri hak eder. Anlamadan niye Kur’an okuyorsun demek doğru bir yaklaşım değildir. Onun da insana sağladığı ruhsal bir huzur vardır ama buna manasını bilmeyi de katmalıyız. Bilelim ki Kur’an çok boyutlu bir kitaptır; mabedin de mektebin de kitabıdır.

Geçen derste geçtiği üzere önceki dönemlerde insanlar din adına; sihir ve büyü gibi aldatmacalara, bazı gizli güçlerin hayatlarına etki ettiğine, kendilerine zarar verebileceklerine inanıyor ve korkulara kapılıyor, bundan kurtulmak için çareler arıyordu.

Kur’an öncesi Mekke ve çevresindeki dini inanışlarda da aynı şekilde insanlar bilmedikleri güçlerin, gök cisimlerinin; yıldızların, güneşin, ayın kaderlerinde etkili olduğuna, kendilerine zarar verebileceğine, bunu da gizli âlemlerle irtibata geçtiğine inanılan kâhin, arrâf gibi özel kişilerin/ bilginlerin bileceğine ve yol göstereceğine inanıyorlardı. Hayat adeta bu inanç üzerine bina ediliyordu. Mekke’de “Mahbesü’l-cin” (cinlerin hapsedildiği mekân) olarak bilinen bir dağ dahi vardır.

Bu tür inançları reddedip “Cin-şeytan gibi korkulan şeylerin, Allah’a samimi olarak inanan insanlar üzerinde bir etkisinin olmayacağını beyan eden Kur’an, (bk. Nahl 16 / 99-100) bir başka şeytana dikkat çeker ve onun üzerinde çok durur; dikkatle okunduğunda Kur’an’da geçen “şeytan” ifadesinin birçok yerde şeytan tabiatlı, kötü ruhlu insan anlamında kullanıldığı anlaşılır. Bu ilginç bir durumdur. Kur’an, insan şeytanlarına dikkat çekiyor ve Hz. peygambere bu şeytanlara dikkat et diyor! Ne var ki biz bu ifadeyi genel olarak bildiğimiz, daha doğrusu bilmediğimiz ama korktuğumuz şeytan olarak anlıyoruz. İşte Kur’an’ın anlamını bilmek bize bunları öğretiyor.

Bakara 104: Burada müminlere hitaben şöyle denilmektedir: “Sakın siz de elçimize görünüşte saygı gösterir gibi yapan, fakat kinayeli sözlerle ona hakaret etmeye, kendilerince onu insanlar içinde küçük düşürmeye çalışan, vahyi dinliyormuş gibi gözüken fakat ona kulak asmayan Yahudiler gibi davranmayın. Ona son derece saygılı olun, vahyi can kulağı ile dinleyin ve gereğini yapın”.

Bakara 105: “Müşrikler ve ehl-i kitaptan kâfir olanlar Rabbinizden size bir hayır lütfedilmesini istemezler”. Burada geçen “Hayır” kelimesi genel anlamda kullanılmıyor. “Sizin içinizden bir peygamber gönderilmesi demektir. Maksat, Hz. Muhammed’in peygamberliğidir.

Bakara 106: Bu ayette; bir ayetin hükmünün, başka bir ayetle yürürlükten kaldırılması demek olan NESH’ten bahsedildiği müfessirlerin genel kabulüdür. Âyet “Biz bir ayeti neshedersek yerine daha iyisini getiririz” diye çevriliyor. Çoğunluk Kur’an’da neshedilen ayetler vardır görüşündedir.

Mesela; Mekke’de indirilen “Kâfirûn” suresinde “Sizin dininiz size benim dinim bana” denilirken, Medine’de Müslümanlar güçlendikten sonra vaktiyle onlara zulmeden müşriklere karşı sert davranılması, Mekke’den çıkarılmaları istenerek, Kâfirun suresindeki âyet ve benzeri hüküm ifade eden birçok ayet neshedilmiştir denilmektedir.

Bazı müfessirler ise Mekke müşriklerinin, inançlarından dolayı değil, antlaşmaya uymadıkları için Mekke’den çıkarılmalarının, çıkmadıkları takdirde katledilmelerinin emredildiğini söyleyerek burada neshin olmadığını söylerler. Kur’andaki “nesh” konusu çok geniş ve tartışmalı bir konudur. (Bilgi için bkz. Tevhit Mesajı 106.âyet ve ilgili dipnot.)

Bakara 108: Yahudilere “Geçmişte atalarınızın yaptığı yanlışları yapmayın, onlar elçimiz Musa’dan mucize adına olur-olmaz şeyler istemiş, onu çok üzmüşlerdi şimdi siz de elçimiz Muhammed’e aynı şeyi yapmayın” diyor.

Bakara 110: Ayette geçen SALAT kelimesi Kur’an’ın her yerinde “Namazı ikame edin” manasında anlaşılıyor ve öyle çevriliyor. Ama Kur’an’da salat ifadesi namazı da içine alan çok geniş kapsamlı bir ifadedir. (Bu konuda Tevhit Mesajı tefsirinde; Tövbe suresinin 5. Ayetinin dipnotunda genişçe bir açıklama yapılmıştır.)

Bakara 111-113: Hristiyanlar ve Yahudiler birbirini tekfir edip suçluyorlar. Her biri cennete yalnız kendilerinin gideceğini iddia ediyor ve böylece dindarlık adına Tevhit inancında tefrika yaratıyorlar. Kuran bu anlayışı eleştirerek tevhit ilkelerini kabul eden ve ona uygun işler yapan herkes kurtulacaktır diyor. Kur’an 25 peygamberi tek tek sayar ve hepsini bir bütün kabul ederek hepsine inanılmasını emreder.

Bakara 114: Medine Yahudileri, birlikte yaşamak üzere anlaşma yaptıkları Müslümanları nasıl mağlup ederiz, onları Medine’den nasıl kovarız, inançlarını yaşamalarını nasıl engelleriz düşüncesindedirler. Âyet; işte bu düşüncenin zalimce olduğunu ve onların bu hedeflerine ulaşamayacaklarını bildirmektedir.

Bazı müfessirler ayette gecen “Mesâcid” kelimesini “Kâbe” olarak yorumlayıp müşriklerin; Müslümanları Kâbe’yi ziyaret etmelerini engellemeleri şeklinde yorumlarken, bazıları da bu ifadeyle Medine’nin kastedildiğini, müşriklerin, Müslümanları Mekke’den çıkardıkları gibi Yahudilerin de onları Medine’den çıkarmak istemelerinin anlatıldığını söylemektedirler ki bağlam buna daha uygun gözükmektedir.

Ayetteki “mesâcid” kelimesi imam Matüridi’ye göre “yeryüzü” anlamına gelmektedir. Buna göre âyette; nerede olursa olsun inanç ve ibadet özgürlüğünün engellenmesinin büyük zulüm olduğu ifade edilmektedir.


 

178. DERS- 25/01/2021-BAKARA-124-141
HAK VE VAZİFE

Sorumluluğu, vazifesi yüksek olanın yetkisi, şerefi ve ödülü de yüksektir. Bilindiği kadarıyla evrende en çok yetkiyle donatılan varlık insan olduğu gibi en büyük sorumluluk da ona aittir. Vazifesini, sorumluluğunu yerine getirdiği takdirde nihâî ödülü; güzelliğin, huzurun zirvesi olan cennet, aksi takdirde cezası; kötülüğün, ıstırabın zirvesi olan cehennemdir. Hûlasa insana verilen yetki de görev de büyüktür. İnsan yetkisini fazlasıyla kullanmasına, hakkını sonuna kadar istemesine karşı, genellikle görevini ihmal eder, onu Allah’ın yapmasını ister, O’ndan bekler. Görevini yapmamasının neticesindeki bozulmayı da Allah’ın düzeltmesini ister. Örneğin; açları doyurmasını Allah’tan ister. İnsanları Allah mı aç bırakıyor ki açları doyurması için O’na dua ediliyor? Yoksa insanlar mı birbirinin ekmeğiyle oynuyor? Allah’tan istediğimiz birçok şey aslında onun bize verdiği görevlerdir.

Her insanın sorumluluğu farklı farklıdır; makamına, yetkisine, imkânına göre değişir, ama neticede herkesin bir sorumluluğu vardır. İşe buradan başlamak gerekir. İnsan önce vazifelerini yapmalı. Ama genelde tersi oluyor. Herkes “hak” talep ediyor. Halbuki “hak” yaptığımız vazifelerden sonra hak edilen şeydir.
“İnsan hakları beyannamesine insanın vazifelerinden başlanmalıydı” diyen Gandi bizce haklıdır. Nitekim Peygamberler de “vazifenizi yapın, başkalarının haklarını verin” der. Varlıklı olan, güçlü olan vazifesini yapınca yoksul, zayıf hak aramak zorunda kalmaz. Bu bilincin, vicdanın hâkim olduğu yerde hak verilir, alınmaz, istemeye dahi gerek kalmaz. Bir su-i istimal söz konusu olursa haklının adına kamu aklını ve vicdanını temsil eden kurumlar devreye girer.

Bakara 124-126: Bu âyeti “Rabbi, İbrahim’i bazı kelimelerle imtihan etti” şeklinde çevirmek gerçek anlamı vermiyor. Zira sözü edilen ilahî sınav hayat sınavıdır, filî sınavdır, sözlü sınav değil. Neydi bu sınav? Hz. İbrahim; tevhit inancından sapmadan yerini yurdunu terk ederek Irak, Şam, Mısır, Mekke ve Kenan ilini dolaştı. Babil hükümdarı Nemrud’un amansız zulmüne uğradı, ateşe atıldı ama yine de hak yolundan ayrılmadı. İşte O’nun başardığı sınav buydu. Âyetin devamında: “İbrahim’in tevhide; ilahî buyruklara uyarak başardığı bu sınav üzerine biz de O’na, insanlara önderlik ve örneklik yapsın diye peygamberlik verdik” deniyor.

İbrahim’in “Neslimden de böyle örnek ve önder insanlar/ peygamberler olsun” şeklindeki duasına; “Tevhit yolunda giderlerse onlara da bu nimeti nasip ederiz, fakat bu yoldan sapar, Hakk’ı tanımaz, kendilerine zulüm ederlerse o nimete nail olamazlar” şeklinde mukabele ediliyor. Ayetten çıkaracağımız ders; ilahî nimetlere nail olabilmek için, ilahî nizama; adalet ve liyakat kurallarına uymamız gerektiğidir.

Bu ve benzeri ayetlerden (örn. bk. Hac22/ 25-28) anladığımıza göre Hz. İbrahim’in, ilâhî tevcihle Kâbe’yi inşa etmekten maksadı; tevhidi ve insanların maddî manevi güvenliğini, barışı, refahı, eşitliği sembolize eden bir merkez belirlemektir. Kur’an, Kâbe örneğinde kutsala bu misyonları yüklemektedir.

Müşrikler açısından ise bu değerler büyük ölçüde unutularak bizatihi Kâbe’nin kendisi kutsal olmuştu. Öyle ki bir tamirat sonrasında Kâbe’deki Hacerü’l-esvedi (siyah taşı) yerine koyma şerefine ulaşabilmek için birbirlerini öldürme noktasına gelmişlerdi.
Hz. İbrahim’in soyundan ve inancından geldiklerini iddia eden ehli kitaba da “Atanız İbrahim’in tevhit inancından uzaklaşmanız halinde O’nun soyundan gelmiş olmanızı Allah nezdinde ayrıcalıklı, insanlar nezdinde de üstünlük vesilesi kılamazsınız” mesajı verilmektedir.

Bakara 127-129: Buradaki “Beytin/ Kâbe’nin temellerini yükseltmek” ifadesi iki şekilde yorumlanır: Bazıları bu ifadeye dayanarak “demek ki önceden bir temel vardı, Kâbe’yi ilk olarak Hz. Âdem inşa etmişti, ancak Nuh Tufanı ile yıkılmıştı. Hz. İbrahim bu temel üzerine yeniden inşa etti” derler. Bazıları da Kâbe’yi ilk olarak inşa eden Hz. İbrahim idi derler. İlgili kaynaklarda bu görüş daha muteber kabul edilir.

Bakara 128. ayette iki kere Hz. İbrahim ve İsmail tarafından: “Rabbimiz bizi Müslüman kıl” deniyor. 131-132-133 ayetlerde de İslam/ Müslüman kelimesi geçiyor. Demek ki İslam/Müslüman ifadeleri son peygamber Hz. Muhammed ile ortaya çıkmış değildir. Bütün peygamberler biz İslam üzereyiz, Müslüman’ız diyor.
Son peygamber Hz. Muhammed de: “Ben Atam İbrahim’in duası, kardeşim İsa’nın müjdesiyim” diyor. O halde bidayetinden beri Allah’ın dininin adı; “ilahi emirlere gönüllü itaat” anlamına gelen İslam’dır. Dolayısıyla Hz. Musa’ya gelen din de İslam’dır ama Yahudiler onu tahrif ederek, saptırarak kendi kavimlerine has bir din haline getirmişlerdir. Keza Hz. İsa’nın tebliğ ettiği din de İslam’dır, ancak O da sonradan tahrif edilmiştir. Kur’an’ın üzerinde durduğu Tevhit; yaratıcının birliği inancının neticesi olarak yaratılanın da birliğini kabul etmektir. Zıddı ise şirk ve tefrika/ bölünmedir.

İşte asırlar önce peygamberlerin dile getirdiği büyük dava; birlik, kardeşlik itikadı ve işte bunu yeterince idrak edememenin insanlığı getirdiği nokta...

İnsanlık “Bölünmeyin, bir olan yaratıcının çağrısında buluşun” diyen Hz. İbrahim’in, Hz. Musa’nın, Hz. İsa’nın, Hz. Muhammed’in mesajının neresinde? Bırakın Tevhid itikadının tüm sürecindeki bütünlüğü idrak etmeyi, kendi içlerinde dahi tefrikadan geçilmiyor.
Kur’an; tefsirini yapmakta olduğumuz bu ayetlerde ve başka birçok ayette, Hz. Peygamberin muhatabı olan Medine Yahudilerine, civardaki Hristiyanlara ve onların şahsında bütün insanlara; “elçimiz Muhammed’e tâbi olun, böylece inandığınızı iddia ettiğiniz Musa ve İsa peygamberlere de gerçek manasıyla inanmış ve tevhit inancını muhafaza etmiş olursunuz” diyor.

Bakara 129. ayette “hikmet” kelimesi geçiyor. Hikmet; Taberî dahil birçok müfessir tarafından Hz. Peygamberin Kur’an’ı uygulamadaki örnekliği, sünneti olarak tefsir edilmektedir. Ragıp Isfahani: “Hikmet, yaratıcının bir şeyi amacına en uygun, en faydalı, en güzel şekilde yaratması, insan söz konusu olduğunda ise hikmetle yaratılan şeyleri amacına en uygun şekilde kullanmasıdır” der. Elbette ki Hz. Peygamberin bütün davranışları hikmetlidir.

Bakara 134: Burada Yahudilere; “atalarınızın hatalarından sorumlu olmadığınız gibi faziletlerinden de faydalanamazsınız, sizi kendi amelleriniz kurtarır, onlarla övünerek yanlışlarınızı örtemezsiniz” mesajı veriliyor.

Bakara 136: Bu ayette; Müslümanların Medine Yahudilerine “bizler Allah’ın birliğine ve O’nun vahyettiği Kur’an’a inandığımız gibi geçmişteki peygamberlere; İbrahim, İsmail, İshak, Yakup ve O’nun soyundan gelen diğer peygamberlere de iman ederiz. Ayrıca Musa ve İsa’ya vahyedilen Tevrat ve İncil’e de iman ederiz. Peygamberler arasında ayırım yapmaz, sizle gibi kimilerine inanıp kimilerini inkâr etmeyiz. Allah’ın gönderdiği her peygambere ve kitaba iman eder, O’nun emirlerine teslim oluruz. İşte bizim inancımız budur” şeklinde mukabele etmelerini emrediyor.

“Allah’ın birliği” ifadesinin anlamı “Sizin de bizim de yaratıcımız ve rabbimiz aynıdır, hepimiz O’nun kuluyuz” demektir.

Burada, “biz Allah’ın gönderdiği vahyin tümüne inanırız” diyor. Bu ifade peygamberlerin şahsında bütün insanlığı kuşatmaktadır. İnsanlık, yeniden bu mesaja kulak vermelidir. Bütün vahiyleri, peygamberleri bünyesinde toplayan Kur’an; insanlığın birliği için en büyük imkân, en güçlü çağrıdır.

138: Burada sıbgatullah yani “Allah’ın boyası” ifadesi geçiyor. Allah’ın boyası İslam fıtratı/ yaratılış nizamıdır, O’na bağlı kalın demektir.

Bakara 140: Yahudilere; “sizin dininizden olduklarını iddia ettiğiniz İbrahim ve O’nun soyundan gelen diğer peygamberlerin, elçimiz Muhammed’in tebliğ ettiği tevhit dini üzere oldukları gerçeğini bildiğiniz halde bunu saklayarak zulme düşüyorsunuz” deniyor.


179.Ders 01.02.2021
BAKARA SURESİ 142- 157. AYET
Bakara 142. KIBLE

Kıble sözlük anlamı olarak yön, yüzümüzü döndüğümüz yer demektir. Terim olarak da ibadet kastı ile yüzümüzü Mescid-i Haram’a dönmektir. Mescid-i Haram’a dönmek namaz için farzdır.
Ayrıca; kurban kesmede, cenaze definlerinde kıblenin dikkate alınması, tuvalette kıbleye dönmemek, yatarken ayakları kıbleye uzatmamak vb. dini hassasiyetler de kıbleye saygı duymanın göstergeleridir. Bütün bunlar kıblenin, Müslümanların hayatında sadece namazda yönelinen bir yön olmanın ötesinde bir yere sahip olduğunu göstermektedir. Hûlasa Kıble; Tevhidin, birliğin sembolüdür.

Tarihçesi:

Kâbe’yi M.Ö. 2000 yıllarda yaşayan Hz. İbrahim, oğlu İsmail ile beraber inşa etmiştir. Kur’an’a göre yeryüzünde inşa edilen ilk mabed, Mekke şehrinde bulunan Kâbe’dir. (bk.Al-i İmrân 3/96)
Yahudiler, bizim kıblemiz olan Kudüs’deki Beyti makdis/ Mescid-i Aksâ daha eski, daha değerlidir diyorlardı. Ancak Süleyman mabedi de denilen Mescid-i Aksâ’nın m.ö. 950 yıllarında kral /Peygamber Süleyman tarafından yapıldığı bilinmektedir.

Bir manada, insanlık tarihi demek olan Dinler tarihinden de anlaşılacağı üzere bütün insanlar kendi tasavvurlarına göre yaratana farklı şekillerde de olsa ibadet etmekteydiler. Daha çok “namaz” olarak çevrilen Kur’an’daki” salât” kelimesi, bütün semâvî din mensupları için; din, kulluk ve farklı şekillerde de olsa ibadet anlamında kullanılan bir ifadedir. (Bk. Râgıp ısfahânî, Müfredât)
Kur’an-ı Kerim Hz. İbrahim’in, Hz. Musa’nın, Hz. İsa’nın ve bütün peygamberlerin salatından, hatta Mekke Müşriklerinin salatından /namazından bahseder. (Bk. A’râf 8/ 35)

Malumdur ki Müşriklerin ibadet merkezi/kıblesi Kâbe’ydi. Dinî hayatlarının merkezinde Kâbe vardı. Mekke’de hanif/tevhit inancı üzere yaşayanlar da vardı. Onlar için de Kâbe dinî merkez/ kıbleydi.
Hz. Peygamber’in Mekke’deyken Kıble için nereye döndüğüne dair rivayetler farklıdır: Kabe’ye, Kudüs’e veya Kabe’yi arasına alarak Kudüs’e doğru yöneldiğine dair rivayetler vardır. Resulullah’ın Kudüs’e doğru dönmesini, akabe biatları sonrası Medine’deki ehli kitap Yahudilerini, tevhit inancına davette kolaylık sağlayacağı düşüncesiyle açıklayan bilgi ve değerlendirmeler vardır. Hicretten sonra Medine’de bir buçuk yıl Kudüs’e kıble olarak yönelişinin devam ettiği, namazlarını Kudüs’e dönerek kıldığı hususunda ittifak vardır.

Baz Arap Müslümanlar/ sahabe, Kâbe’nin önem ve değerini dikkate alarak Hz. Peygamberin Kudüs’e dönmesini pek anlamlandıramıyorlardı. Medine Yahudileri de “Biz Muhammed’in peygamberliğine inanmıyoruz, üstelik O bizim kıblemize dönüyor, ibadet ediyor, bu da bizim hak din üzere olduğumuzu gösterir” diyerek bu durumu istismar ediyorlardı.

Aynı şekilde müşrikler ve münafıklar da bu vaziyeti istismar etmeye başlamışlardı. Durumdan rahatsız olan, bunalan Hz. Peygamber “Ya Rabbi! Benim gönlüm mescid-i Haram’daki Kâbe’dedir. Beni oraya döndür” diye dua ediyordu. Bunun üzerine gelen vahiy ile Kâbe’ye yönelmesi, orayı kıble edinmesi emredildi. (Bk. Bakara 2/144)

Kâbe ve coğrafî yön:

Şimdi İslam’ın/ tevhidin kıblesi olan Kâbe’nin “coğrafî yön” olarak kısa bir değerlendirmesini yapalım: Mescid-i Haram’da; Kâbe’nin, dört ana yöne bakan-doğu, batı, kuzey ve güney-cihetlerinden birine doğru yönelerek namaz kılınır. Orada namaz kılanlar, Kâbe merkezde kalmak suretiyle O’nun etrafında bir daire oluştururlar. Kâbe’nin dışında, diğer şehir ve ülkelerde de bulunulan konuma göre bu dört yönden birine yönelinerek namaz kılındığına göre, bütün yönlere yönelinmiş olduğundan, kıbleden maksadın; kutsallığından dolayı belirli bir yöne dönmek olmadığı anlaşılır. Nitekim Kur’an; bütün yönlerin Allah’a ait olduğunu, doğunun da batının da rabbinin Allah olduğunu, (bk. Rahman 17; Bakara 115) dolayısıyla yönlerin birbirine üstünlüğünün olmadığını vurgular. Kur’an’a göre Kâbe, temsil ettiği tevhit inancından dolayı saygın/ hürmetlidir. (Bk. Bakara 135-136)

Kur’an; Tevhit inancına aykırı davranan Medine’deki Yahudilerin, kuzeybatı yönüne yani Kudüs istikametine; Hristiyanların ise Cennetin doğuda bulunduğu şeklindeki kanaat sebebiyle kiliselerini doğu istikametine doğru inşa etmelerini anlamlı bulmayarak, esas olanın, kıblenin doğuya veya batıya doğru dönmek olmayıp vahye uyarak doğru inanç ve doğru davranış sergilemek olduğunu ifade etmektedir. (Bk. Bakara 177)

Kıble örneğinde Kutsal- simge ilişkisi:

Kıble; insanın kutsala yönelmesini, onu aramasını, ona kavuşma arzusunu sembolize eder. Nitekim namazda kıbleye dönerken şu dua yapılır: “Yönüm kıbleye, kıblem Kâbe’ye, durdum Allah divanına” Yani nihâî gaye kendisine ibadet edilen Allah’tır.
Aslında Namaz, Oruç, Hac ve diğer bütün İbadetler, kendilerinden öte bir gaye taşırlar. O da Allah’ın sevgisine/ rızasına ulaşmaktır. Nitekim Kur’an’da; ibadetlere, onlara işaret eden, nişânelere, simgelere, icra edildikleri zaman ve mekânlara “şeâir/ semboller” denir. (Bk. Bakara 158; Hac 32, 36-37)

İfade ettiğimiz gibi hiçbir ibadetin, dinî söz ve eylemin gayesi bizatihi kendisi değildir, onun arkasındaki soyut manadır. Ancak insan; soyut olana, somut bir şey vasıtasıyla ulaşmaya, fizik üzerinden metafizikle irtibat kurmaya çalışır. Yapısal olarak buna muhtaçtır da. O halde fiziğe, maddeye/ somut olana kutsallık izafe ettiren şey, arka plandaki inanç, düşünce vb. metafizik değerlerdir. Kanaatimizce Kıble de böyledir.

Yahudilik ve Hristiyanlıkta kıble:

Bütün semâvî dinlerde ibadet ve dua edilirken yönelinen bir kıble vardır. Yahudilikte kıble, Kudüs’teki Süleyman mabedidir. Yahudi inancına göre kâinatın merkezi dünya, dünyanın merkezi Filistin, Filistin’in merkezi Kudüs, Kudüs’ün merkezi Süleyman mabedi, buranın da merkezi muallak taşıdır.

Hristiyanlar doğuya doğru yönelerek ibadetlerini yaparlar. İbadet mekânları olan kiliselerini doğuya dönük olarak inşa etmişlerdir. Çünkü doğu; hayat kaynağı olan güneşin doğduğu yöndür, ışık kaynağıdır. Ana yöndür. Diğer yönler, doğudan çıkmış, hakikat doğuda aranmıştır. Cennet doğudadır. Doğruluk Güneşi İsa Mesih Doğu’da “Beytüllahim”’de doğmuştur. (Matta, 2/1)

Kudüs’ün Hristiyanlar nezdinde kutsal olmasının sebebi; Hz. İsa’nın orada doğması, orada çarmıha gerilmesi, oradan göğe çekilmesi ve inişinin de oraya olacağı inancıdır. Bütün bunlardan anlaşılacağı üzere, biraz önce de ifade ettiğimiz üzere fiziğe kutsallık sağlayan şey, ona yüklenen metafizik misyondur.

Bakara 143. Bu ayetteki “orta ümmet/ dengeli ümmet” diye çevrilen “ümmeten vasatan” ifadesinden maksat, Müslümanların gelmiş geçmiş bütün peygamberlere, bütün vahiylere inanmasıdır. Orta Ümmet bu demektir. Vahyin tamamını kabul etmektir. “Böyle yapmakla siz, tüm insanlık adına yapılması gereken bir görev yapıyorsunuz, insanlığa nasıl inanılması gerektiğini gösteriyorsunuz” denilmektedir.

Bakara 144. Burada; Medine Yahudilerinin, Kâbe’nin Hz. İbrahim’den beri tevhit inancının kıblesi olduğunu bildikleri, ancak hasetlerinden ve konumlarını kaybetme endişelerinden dolayı kabul etmedikleri, Hz. Peygambere de bu yüzden iman etmedikleri anlatılmaktadır. Yani işin altında Din kıskançlığı/ hasetliği yatmaktadır.

Haset; zannedildiği gibi sadece maddi konularla ilgili değildir. Kur’an; hasedin/ kıskançlığın daha çok din alanındaki boyutu üzerinde durmaktadır. Bu husus genellikle gözden kaçmaktadır.
Yahudiler, neden peygamber bizden gelmedi de Araplardan geldi diye kıskançlık gösteriyor, bunu içlerine sindiremiyorlardı. Müşrikler ve Hristiyanlar için de aynı şey söz konusuydu. Kanaatimizce; bugün de din adına sergilenen olumsuz eylemlerin, tefrikaların temelinde bu duygu yatmaktadır. Maddî konularla ilgili anlaşmazlıkların, çekişmelerin, “sen yeme ben yiyeyim” kavgasının temelindeki kıskançlık duygusu; manevî alanlardaki sorunların “Sen kötüsün ben iyiyim” mücadelesinin de temelini oluşturmaktadır. Yani sorun; insanın bencilliği, kendini beğenmesi, diğer insanlardan üstün görmesidir. O halde mesele, dinî değil psikolojiktir.

Dini doğru anlamanın birincil şartı, iç dünyamızı temizlemektir. Bu, zor ama bütün kötülüklerin yok edilmesinin yegâne yoludur. Kabın içini temizlemeden içine koyduğumuz temiz şeyler kirlenir. Aslında Kur’an’ın ilk âyetlerinde; “İslam” kelimesinin yerine, “iç temizliği/ arınma” anlamına gelen “tezekkâ” vb. ifadeler kullanılıyordu. (Bk. Şems 91/9) İslam’ı doğru anlamanın en kolay ve en doğru yolu; bugün de İslam/ din söz konusu olunca bu kelimelerden işe başlamaktır, Kur’an’da olduğu gibi.

Bakara 145. Dönemin Yahudileri ve Hristiyanları Hz. Muhammed’in peygamberliğine birlikte karşı çıkıyorlardı. Ancak onların da aralarında farklılıklar, dinî ihtilaflar vardı. Kur’an; “onlar sana birlikte karşı çıkmalarında haklı olsalardı kıble ve diğer konularda ihtilaf etmezlerdi” diyerek din adına sergiledikleri tavırlar kıskançlıktan öte bir şey değildir sen onları dikkate alma demektedir.

Bakara 149-152: Kıble konusunda Yahudiler ayrı, müşrikler ayrı kargaşa çıkartıp Hz. Peygamberi zora sokmak, Müslümanlar arasında da nifak çıkarmak, tereddütler oluşturmak istiyorlardı. “Ey İnananlar! İlahi emre bağlı kalın, Peygamber’e inanın, O’na güvenin, O’nu destekleyin ki Allah sizin için nimetini tamamlasın” buyrularak Müslümanların bu fitne faaliyetine karşı dikkatli olmaları istenmektedir.

Bakara 153. Mü’minlerin bu sıkıntıların üstesinden gelmek için sabretmeleri, dua ve namazla Allah’tan yardım istemeleri istenmektedir. Dua, ibadet manevî enerji kaynağıdır. Bu güçten mahrum olmak, sıkıntılar karşısında insanın manen zaafiyetine yol açar. Korkunun üstesinden ümitle gelinir. Dua, ibadet ümidimizi besler. Ancak dua, eylemle birlikte olmalıdır.


181-DERS- BAKARA SURESİ 168-177- (15.02.2021)

Bakara 168. 169: Kur’an’ın mesajını tam olarak anlayabilmek için o devirdeki toplumun yaşantısını, kültürünü, örf ve adetlerini, din anlayışını bilmek gerekir.

Bu ayetlerde; müşriklere: “Allah’ın helal kıldığı bazı yiyecekleri ve hayvanları putlarınız adına haram kılmayın, kendinizi ve diğer insanları bu güzel rızıklardan mahrum etmeyin” denilmektedir. Allah haram kılmadıkça yiyecek ve içeceklerde esas olan Mübahlık, helal olmaktır. Bu ayetler dindarlık adına helalleri haram sayanları eleştirmekte ve bu yaptıklarının şeytanî bir durum olduğunu ifade etmektedir. İnanç doğru anlaşılır ve samimi olarak uygulanırsa insan hayatını çok anlamlı ve güzel hale getirir. Ama bu ayetlerde de ifade edildiği üzere yanlış anlaşılır ve uygulanırsa insanları birçok mahrumiyete ve sıkıntılara götürmeye sebep teşkil edebilir. Kur’an’daki “Şeytan” ifadesini her zaman ontolojik olarak, yani İblis olarak anlamamak gerekir. Birçok yerde bu ifadeyle, Şeytanî niteliklere sahip olan insanlar kast edilmektedir.

170. 171: “Biz atalarımızdan gördüğümüz, onlardan öğrendiğimiz dine tabi oluruz, ey Muhammed! senin Tebliğ ettiğin dine değil” diyen müşrikler, böyle yapmakla kendilerine Allah‘ın en büyük lütfu olan aklı kullanmayarak, hata da etseler, yanlış da yapsalar atalarının yaptığı şeylere körü körüne tabi olmakta ve bu şekilde akılsız varlıklar durumuna düşmektedir. Kur’an ahlakî ilkelere, ilahi emirlere uygun olarak yaşayan ataların peşinden gitmeyi öğütlerken, yanlış da yapsalar onları körü körüne taklit ederek yaşamayı ciddî manada eleştirmektedir. Başkalarını taklit ederek yaşamak kolaydır ancak düşünmediğiniz, değerlendirmediğiniz bir hayat sizin değil taklit ettiğiniz insanların hayatı sayılır.

172. 173 Helal-haram:

Allah’a kulluk, O’nun koyduğu ölçülere uygun yaşamaktır. O’nun haram kıldığı şeyleri helal kılmak ne kadar Kur’an’a aykırı ise helal kıldıklarını haram kılmak da o kadar aykırıdır. (Bk. Nahl 16/116) Ne yazık ki din, Tarih boyu iki aşırı ucun elinde ifrat ve tefriti denilen aşırılıklara maruz kalmış yüce bir değerdir. Dindarlıkta esas olan; her şeyde olduğu gibi ölçülü dengeli olmaktır. Dinin, inanç ve uygulanışında görülen bu tutum Kur’an’da haddi aşmak yani “israf” olarak nitelendirilmiştir. Örnek olarak Araf Suresi 31. ayete bakılabilir. (Tevhit Mesajı Tefsirinden)

174-176. Medine’deki Yahudi din âlimlerinin Tevrat’a şeklen uydukları, tevhit inancının bütünlüğünü bozdukları, son peygamber Hz. Muhammed’le ilgili hakikatleri gizledikleri ifade edilir. Böylece halkı saptırarak O’na inanmalarına engel oldukları dile getirilerek, akıbetlerinin cehennem olduğu vurgulanır.

177. Kur’an’da kıblenin, Kudüs’ten mescidi harama dönülmesinin emredilmesi üzerine Medine Yahudilerinin bu meseleyi istismar ederek, Hazreti Peygamberi zor duruma düşürmek istemeleri üzerine nazil olan bu âyet, esas olanın; kıblenin yönü değil inanç ve davranışlar olduğunu bildirmektedir. Bunlar:
1- Allah’ın birliğine iman etmek
2- Hesap gününe iman etmek
3- Meleklere tevhit inancı esasları dahilinde İnanmak
4- Bütün peygamberlere ve tebliğ ettikleri kitaplara hiçbir ayrım yapmadan inanmak
5- Akrabalara yardım etmek
6- Yetimlere yardım etmek
7-Yoksullara yardım etmek
8-Yolda kalmış gariplere yardım etmek
9- Yardım isteyenlere yardım etmek
10- Çaresiz ve esir kimselere yardım etmek
11- Sadece Allah’a kulluk etmek üzere namaz kılmak
12- Zekât vermek
13- Verilen sözde durmak
14- Bollukta ve darlıkta sabırlı olup tevhit inancında sebat etmek
15- Savaşta ve barışta her durumda sabırlı olup tevhit inancında sebat etmek gibi hususlardır.
İşte bu özelliklere sahip olanlar, inançlarını fiilleri ile tasdik etmiş ve samimiyetlerini ortaya koymuş insanlardır. Kurtuluşa erecek olanlar da bunlardır.


182. DERS- BAKARA 178-179. AYETLER- (22.02.2021)

Kur’an, hayat ve olaylarla ilişkili olarak indirilmiştir. O’nun kutsiyeti, hayatın içinde fonksiyonel olmasında; ıslah edici ve yol gösterici olmasındadır. Bir eğitimci olan İsmail Hakkı Baltacıoğlu’nun; “dinli hayat, hayatlı din” söylemi, bunun veciz bir ifadesidir.

178. Bu ve başka birçok ayetteki “Ey iman edenler” ifadesi ile Hazreti Peygambere yani vahye iman edenler kast edilmektedir. Zira Kur’an’ın nüzûlü dönemindeki bütün muhataplar Allah inancına sahiplerdi.

Bu ayet, genel olarak kısas size farz kılındı şeklinde anlaşılır. Müfessir Kurtubi ise ayeti, kısasta aşırı gitmemek, haddi aşmamak yani katilden başkasını öldürmemek size farz kılındı şeklinde yorumlamaktadır. Ayetin devamındaki: “maktülün velileri affederse yani kısas hakkından vaz geçerlerse diyet (kan bedeli) karşılığında meselenin sulhe bağlanması” hükmü de Kurtubi’inin yorumuna imkân vermektedir.

179. Ayette “Ey akıl sahipleri” ifadesi geçmektedir. Bu ifadeden maksat; yüksek derecede akıl ve zeka sahipleri değildir. Normal olan ve aklını kullanan herkestir. Burada aklını kullanarak iman eden müminler kastedilmektedir. Kur’an’daki akıl teorik değil amelî akıldır.


183. DERS- BAKARA-190-193 (01. 03. 2021)

Yeni Fikirler; oluştukları dönemi değil geleceği aydınlatır. Tarihte; hiçbir fikir, doğduğu zaman umumun nezdinde kabul görmemiştir. Nitekim fikirleriyle bugün hayatımızı aydınlatan birçok İslam alimi hayattayken pek çok olumsuzluklara maruz kalmışlardır. Bugün insanlık alemi, edindiği tecrübeler sayesinde geçmişe göre daha anlayışlıdır denebilir.

190: Saldırgan müşriklere karşı savunma, haddi aşmama şartıyla meşru ve gereklidir. Saldırıya uğranılan yer, savaşmanın yasak olduğu harem bölgesi, zamanı da haram ayları dahi olsa karşılık verilir. Zira canı korumak esastır. Günah, saldırıyı başlatanlara aittir. (Bk. Tövbe suresi 13. Ayet)

Haram aylar: Öteden beri Araplar arasında savaşmanın yasak olduğu, bir nevi ateşkes aylarıdır. Kamerî/ay hesabına göre Haram ayları şunlardır: Zilkade (11. ay) Zilhicce (12 ay) Muharrem (1. ay) Recep (7. ay)

Ardarda gelen 11. 12. ve 1. aylar, öncesi ve sonrasıyla hac ibadetinin yapıldığı, aynı zamanda ticari pazar ve panayırların kurulduğu bir mevsim olduğundan bu aylarda savaşılması yasaklanmıştır. 7. ay olan Recep ayı ise bazı kabilelerin Umre yaptıkları ay olduğu için bu ay da savaşılması yasaklanan aylardan sayılmıştır.

191-193: Ayette geçen: “Onları nerede bulursanız öldürün” ifadesinden maksat, saldırgan müşrikleri harem bölgesinde yakalasanız da Orada mukabele edin demektir.

Bu ayetlerden de anlaşılacağı üzere, Kur’an’a göre savaşın sebebi, karşı tarafın saldırısı, zülüm ve baskısıdır. Hac suresinin 39. ayeti, savaşa niçin izin verildiğini açık olarak ifade etmektedir.

Barış /sulh her zaman en hayırlısıdır. (Bk. Nisa/128) Asıl barış da insanı çatışmaya, kavgaya götürmeyen, iç dünyasında kurduğu barıştır ki biz “İslam” kelimesinin kök anlamından bunu anlıyoruz.

NOT: Hasan Elik Tefsir grubu sayfasında yayınlanan, oradan da çeşitli paylaşımları yapılan bu dokümanlar; âyetlerin birebir tefsiri olmayıp derse katılanların tuttuğu notlardan oluşmaktadır. Ayetlerin tefsiri Tevhit Mesajı tefsirinden takip edilmektedir. Arzu edenler oraya bakabilir.


[18:23, 11.04.2021] Mukadder Altaylı Hoca: 185. DERS-BAKARA 204-214-(15.03.2021)

Kur’an’da anlatılan Allah’ın sıfatları; hayata yansımış, kelam/ söz olmuş, fiil olmuş, varlık olmuş, hayatta karşılığı olan niteliklerdir. Bir başka ifadeyle; tüm varlık ve hayat, Allah’ın sıfatlarının tecellisidir denebilir. Allah’ın sıfatlarıyla ilgili İbn-i Abbas’ın bir değerlendirmesi için (bkz. Tevhit mesajı, Araf Suresi 180. ayetin dipnotu)

İnsandan / Müminden istenen de işinin, söz ve fiillerinin, Allah’ın sıfatlarına uygun olmasıdır. Elbette ki bu “kul “ölçeğinde olacaktır. Nitekim Bir ayette: “Allah sana nasıl iyilik yaptıysa sen de başkalarına öyle yap” buyrulmaktadır. (bkz. Kasas Suresi 28/77) Bir hadiste de: “Allah’ın ahlakı ile ahlaklanın” buyrulmaktadır.

204-205. Bu ayetlerde: bazı insanların, Hazreti Peygamber’in yanına gelerek: “ey Muhammed! Biz sana inanıyoruz, senin tebliğ ettiğin İslam dinini benimsiyoruz. Bu dediğimize Allah da şahittir” dedikleri, ancak onun yanından ayrıldıktan sonra imkân bulunca Müslümanların mallarına, mahsullerine zarar verdikleri, onların düzenlerini bozdukları ifade edilmektedir. Buradan anlaşılıyor ki bazı insanlar yaptıkları kötülükleri örtmek için Allah’ı şahit tutar, O’na samimiyetle bağlı olduklarını iddia ederler. Fakat Kuran bu kişilerin sözlerine, iddialarına değil, yaptıklarına bakar. Ziya Paşa’nın da dediği gibi: "Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz/ Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde." Yani, insanın aynası işidir, lafına bakılmaz; kişinin aklının seviyesi işinde görünür.

207-Bu ayette: gerçek müminlerin hak yolunda mallarıyla, canlarıyla hiçbir fedakârlıktan kaçınmadıkları, sözleri ile işlerinin birbirine uyduğu, Allah katında samimi ve mükâfata layık olan kimselerin bunlar olduğu anlatılmaktadır.

208.Bu ayette; İslam, “barış” anlamına gelen “silm” kelimesiyle ifade edilmekte, “Hep birlikte barışa katılın” çağrısı yapılmaktadır. Buradan, “İslam” kelimesinin, Kur’an’ın indirildiği dönemdeki anlamı ile kavramlaştıktan sonra kazandığı anlam arasında fark oluştuğunu anlıyoruz. Yani Kur’an o gün “İslam’a girin” ifadesini, “barışa girin” ifadesi ile eşitliyordu, bugün için aynı şeyi söylemek pek kolay değil gibi.

Müslim/ Müslüman; İlahî/ fıtrî Nizama/İslam’a uyup içinde ve dış dünyada düzeni, barışı sağlamış insandır. Bizim anlayabildiğimiz kadarıyla; Silm/İslam; savaşı durdurarak barış yapmak anlamında değil, savaşa meydan vermeyecek sulh düzenini kurmak anlamındadır. İslam’a girmek insanın öncelikle iç dünyasından başlamak üzere dış alemde herkes ve her şeye karşı barışçıl yaklaşması yani kötülükten uzak durması demektir.

Nitekim İslam alimi Ragıp İsfahani, İslam kelimesinin kök anlamının “iç ve dış kötülüklerden ve afatlardan uzak durmak manasına geldiğini ifade etmektedir.

214. İnancın bir bedeli vardır. Bütün insanları yüreğine sığdırıp onların da Tevhit inancına girmesini arzu etmek ve bunun için çaba göstermek bir mesuliyettir. Mesele sadece kendini kurtarmak değildir. Herkesin kurtuluşu için elden gelen çaba ve gayreti göstermektir. En azından Onları düşünmek, iyiliklerini arzu etmek, kalpten dua etmektir. Allah’ın nazarında insanlık bir bütündür. (Benî Adem)
İyilik yapmak için karşımızdakilerin iyi olması gerekmez. İyi insan, herkese iyilik yapmakla mükelleftir. Tabii kendi Haklarını da Korumak şartıyla.

NOT: Hasan Elik Tefsir grubu sayfasında yayınlanan, oradan da çeşitli paylaşımları yapılan bu dokümanlar; ayetlerin birebir tefsiri olmayıp derse katılanların tuttuğu notlardan oluşmaktadır. Ayetlerin tefsiri Tevhit Mesajı tefsirinden takip edilmektedir. Arzu edenler oraya bakabilir.
[20:06, 11.04.2021] Mukadder Altaylı Hoca: 184. DERS: BAKARA 196-198- (01.03.2021)

196. Bu ayette; Hac veya Umre ibadetlerinde meydana gelen bazı eksiklik ve kusurların telafisi için; oruç tutmak veya yoksullara yardım etmek (sadaka) veya onların faydalanması için kurban kesmek emredilmekte, bu da Allah’a ibadetle, yoksullara yardım etmenin eşdeğerde tutulması anlamına gelmektedir. Bu, sadece Hac ve Umre ibadetlerindeki eksiklik ve kusurlarda değil, oruç ibadetini yerine getirememe durumunda da söz konusudur. Bilindiği üzere Oruç tutmasına engel bir mazereti olan kişinin, tutamadığı her Oruç için bir yoksulu doyurması emredilmektedir. (Bk. Bakara 184)

Hataen bir insanın ölümüne sebebiyet vermenin bedeli olarak bir köle azat edilmesinin, (bk. Nisa 92) yeminini bozan bir insanın günahının kefareti olarak; on yoksulu doyurmasının veya giydirmesinin veya bir köle azad etmesinin emredilmesi de (bk. Mâide 89) Kur’anî buyruklardır. Buna karşın “kul hakkı” ihlallerinde onu telafi edecek bir ibadet emredilmemektedir.

Bütün bunlardan; Allah’a ibadet ile insana yardım ve merhametin birbirinden ayrılamayacağı, insanı göz ardı ederek Allah’a yaklaşılamayacağı mesajını almaktayız.

197.Bu ayette; “hac bilinen aylardadır”: (Şevval, Zilkade ve Zilhiccenin dokuzuncu günü) ifadesinden hareketle Haccın üç aya yayılabileceği fikri son zamanlarda gündeme getirilmektedir. Bu doğru değildir. Zira Haccın ne zaman ve nasıl yapılacağı, Kur’an’ın inişinden önce de uygulamalı olarak bütün teferruatıyla bilinmekteydi. Hazreti Peygamber Haccın şekil şartlarını büyük ölçüde muhafaza etmiş, zamanında bir değişiklik yapmamış, sadece O’na karıştırılan şirk unsurlarını temizlemiştir. Bu bilgiler ışığında ifade edelim ki bu ayette; Haccın, üç ay içinde yapılabileceğinden değil, O’nun başlangıcından (niyet edip ihrama girilmesinden) bahsedilmektedir. Nitekim diğer ayetlerde (198,199) Arafat’tan hep birlikte aynı zamanda Müzdelife’ye inileceği, dolayısıyla aynı zamanda orada bulunulacağı (Zilhicce ayının dokuzuncu günü) belirtilmekte, Minâ’da geçirilecek iki günden bahsedilerek (203.) Haccın ne zaman biteceği ifade edilmektedir. Hac; ferdî bir ibadet olmayıp toplu halde yapılan, zaman ve mekân birliğini gerektiren bir ibadettir. O’nun ruhunu, coşkusunu; gönül birliği içindeki muhteşem kalabalık (Cem-i Gafir) oluşturmaktadır. Haccın zamanını üç aya yaymak, kalabalık oluyor diye; ferdiyetten uzaklaşıp birleşmeyi, bütünleşmeyi, hep birlikte bir arada olmayı sağlayan bayramları da birkaç aya yaymak gibidir. İzdihamdan dolayı meydana gelen bazı sıkıntıları gidermek amacıyla da olsa Haccı üç aya yaymak gibi bir fikir O’nun ruhuna uygun değildir. İzdiham sebebiyle meydana gelen sorunları, can kayıplarını önlemek için alınabilecek birçok tedbir mümkündür. Nitekim günümüzde başka birtakım organizasyonlarda milyonlarca insan bir araya gelmekte ve gerekli önlemler alınabilmektedir.

O halde Hacda kalabalığın yarattığı sorunlar, gerekli tedbirler alınarak önlenebilir. Tek kişinin burnu dahi kanamaması için bütün tedbirler alınmalıdır. Zira can güvenliğinin olmadığı bir durumda ibadetten bahsedilemez. Ancak Haccın zamanını üç aya yaymak tedbir değil, tebdildir, tağyirdir. (Değiştirme, bozma)

Bu ayette bir husus daha ifade edilmektedir ki o da şudur: bazı insanlar “biz tevekkül ehliyiz, ibadete gidiyoruz yanımıza yiyecek bir şey almaya gerek yoktur biz Allah’a güveniyoruz orada bir şeyler bulur yeriz kendimizi ibadete verelim” diyerek Mekke’ye hazırlıksız gitmekte, başkalarından yiyecek isteme mecburiyetinde kalmakta böylece başkalarına yük olmaktaydılar. Bu, insan haysiyetini, onurunu zedeleyici bir durum olduğundan Kur’an Hacca hazırlıklı gidiniz orada aç kalarak kimseden bir şey istemeyiniz demekte, maddi azık ile manevi azığın birlikte olması gerektiğinden bahsetmekte, ibadet yapacağım diye aç kalmanın doğru olmadığını, ibadet için bile olsa insan haysi…
[20:14, 16.04.2021] Mukadder Altaylı Hoca: 186. DERS-BAKARA 215-217 (22.3.2021)

215: Bu ayet, genellikle “Sana Allah yolunda ne harcayacaklarını soruyorlar” şeklinde anlaşılır. Burada “sormak” öğrenmek kastıyla sorulan masumane soru değildir. Amaç bir şeyden rahatsız olup soru sorar gibi yapıp peygamberle tartışmaktır. “Yeter, daha ne kadar harcayacağız” demek istiyorlar. Kur’an’ın birçok ayetinde geçen “sana soruyorlar” ifadesi genellikle bu anlamda kullanılmaktadır.

216: “Hoşunuza gitmese de savaş size farz kılındı” deniyor. Buradaki savaş, saldırgan düşmana karşı müdafaa savaşıdır. Size karşı savaşanlara yönelik olarak müdafaa yapmanız farz kılındı demektir. Anlayabildiğimiz kadarıyla Kur’an’daki savaşla ilgili bütün ayetler bu anlamdadır. Kur’an; “Müdafaada haddi aşmayın, Allah, haddi aşanları / saldırganları sevmez” der. (bkz. Bakara 190. ayet)

217: Bu ayette: “Kim dininden dönerse” onun yaptıkları dünya ve ahirette boşa gider” deniyor. Fıkıhta Mürted /dinden dönen öldürülür şeklinde bir cezadan bahsedilmektedir. Kur’an ise bu ayette dinden dönenlerin yaptıkları dünyada da ahirette de boşa gitmiştir diyerek cezanın uhrevî olduğunu ifade etmektedir. Keza Maide Suresi 54. ayette de irtidattan/dinden dönmeden bahsedilmekte, orada da benzer şekilde irtidad, İlahî nimetlerden mahrum kalış, manevi düşüş, zillete maruz kalış olarak nitelendirilmekte, bir ölüm cezasından bahsedilmektedir. Fıkhî hükümler netice itibariyle belli şartların ve ihtiyaçların da etkisi ile ortaya çıkan yorumlardır. Nitekim bu görüşe katılmayan din bilginleri de vardır. Esas olan Kur’an’dır.


Döviz Bilgileri
AlışSatış
Dolar34.440034.5781
Euro35.959736.1038
Hava Durumu
Takvim
whatsap
 REKLAMLAR